Son

​-Seni seviyorum, Esra

-Yemin et!

-Bak, vallahi!

Nerden hatırladım aramızda geçen bu konuşmayı bilmiyorum fakat bir takım derin yaralanmalara yer verdi kalbimde. Bir tatil beldesinin ikinci sınıf lokantasında balık ekmek muhabbetlerimizden birinin tam ortasında lafını keserek söylemiştim bunu. Tanrım, daha fazla anlatmaya canım yetmeyecek galiba.
Çok kurak geçiyor günlerim senin yokluğunun hüküm sürdüğü zamanlarda. Çok hadiseli geçiyor esasen yokluğun; tahammül etmesi zor olan insanların arasında yaşarken bir de hasret belası çıka geliyor başıma. 

Belki sorarsın “neden bu satırları yazdın” diye, ayna karşısında çok prova yaptım fakat bir dakika; öncelikle kadeh kaldırmak istiyorum sensiz perişan hale gelmiş çaresizliğime… Kaldırıyorum kadehimi; hasretine olsun bu gece! Daha bir fazla içiyorum sigarayı. O da hasretine olsun. Bu gece her şey hasretine olsun, en derin kimsesizliğimin gizli öznesi!

Neden yazıyorum gerçeğine gelirsek; ben, unutulmaya yüz tutmuş bir coğrafyada kalemini kırmaya karar vermiş bir adamım. Acılarla dolu satırlarımı artık kimsenin görmesini istemiyorum. Zaten halimde pek kalmadı anlatmaya açıkçası. Bu kirli insanlardan, ikiyüzlü alçak insanlardan kaçıyorum. Öylesine iğrenç bir coğrafyada yaşam mücadelesi veriyorum ki, sanki tanrı beni bir savaşçı olarak yaratmış! Neyse, tanrı bir köşede dursun.
Sevgilim, terk etme zamanı geldi artık bu diyarı! Çoktan gelmişti belki de fakat hayat işte, her zaman beklemek için bahaneler çıkarıyor insanın karşısına. Peşinde ömrümü harcadığım hikâyelerimi yerin yedi bin kat dibine gömüp hüznümle beraber sonsuza dek koynunda uyuyacağım. Uyandırma beni, zira artık katlanılabilir bir yer değil dünya. Yalnızca huzur dolu yanın olsun bana, bir de bağımlılık yapan kokun. Senin yüzün suyu hürmetine nefesimi çekmiyorum yeryüzünden. 
Hoşçakal canımın içi, hoşçakal en büyük yalnızlığım; hoşça kal…

GERÇEK VE HAKİKAT

Yılın kaç olduğunu pek net olarak hatırlamıyorum fakat 17-18 yaşlarımda kafama bir soru takılmıştı: Gerçek nedir; hakikat nedir? Çok fazla düşündürüyordu beni bu iki kavram. Pekâlâ, kelimelerin anlamlarını biliyordum ancak benim ilgilendiğim, anlamların ve kavramların ötesi idi. “Yıllar geçtikçe doğruyu bulacaksın” derdi felsefe öğretmenim. İnanmazdım, doğruyu bulmak için zamana ihtiyacım olduğunu inkâr ederdim. Fakat gerçekten de öyle oldu. Tam 10 yıl sonra ben bu yazıyı kaleme almaya cesaret edebildim ve sorularıma net yanıtlar verebildim. Pek tabii bu fikirler benim aklımın yettiği yanıtlar.

Gerçek; kelime anlamından da anlaşıldığı gibi asıl olan şey, doğru olan şey manasına geliyor. Hakikat de öyle. Birbirine benzeyen bu iki anlam temel dil kurallarına göre kısmen eş anlamlı sayılabilir. Hatta çoğu yerde kullanıyor bile. Gelin biz biraz altını kazalım bu kelimelerin. Aslında kardeş olan ama birbirlerinden çok uzak anlamlara sahip bu iki kelimeyi DNA’larına ayıralım.

Bana kalırsa; gerçek ve hakikat bir birinin tersini ifade ediyor aslında. Zıt anlamlı kelimeler yani. Şöyle ki; gerçek, realite değişebilir olaylar için kullanılabilir bana göre. Fakat burada bahsettiğim olay gidip bakkaldan ekmek alman değil. Duygulardan bahsediyorum. Şöyle denilebilir; gerçeklik değişebilir olaylardan oluşuyorsa eğer, hakikat değişmeyen olayların ta kendisidir. Mesela bir örnek cümle kuralım.

-Seni seviyorum

Bu sevgi belirten cümle zaman-mekân kavramına göre değişiklik gösterebilir.  Ayşe, Mehmet’i bugün seviyor. Bugüne veya an’a baktığımızda gerçek bilgiyi elde etmiş oluyoruz. Fakat ilerisi için bir şey söylemek imkânsız oluyor. Kısaca toparlayacak olursak; gelecek için gerçek yetmiyor bize. Ya da geçmiş için. Gerçek sadece o an’dan sorumludur. Geri kalanı hakikatin işidir diye düşünüyorum.

Gerçeğin böyle olduğunu düşünüyorum. Peki ya hakikat? sıra onda.

Seni seviyorum cümlesinin yüreğimizde bıraktığı hissiyata bakalım:

İlk durumdaki olayın benzeri gibi görünüyor fakat öyle olmadığını düşünüyorum. Yani seni seviyorum demekle duymak arasında çok fark var. İlk durumda Ayşe, kendi gerçekliğini ifade etmişti. Kelimelerin dilden düşmüş hali de diyebiliriz buna. Peki, onu duyan Mehmet ne hissetti? İşte bu durum, hissiyat, bana kalırsa hakikatin ta kendisi. Yani seni seviyorum cümlesinin yüreğimizdeki yansısı. Ve zaman-mekân kavramına bakarsak eğer; bu bir yansı olduğu için her zaman kavramında zihnimizle beraber yaşanabilir. Mekân ve zaman kavranın olmadığı yerlerde hakikati görebiliriz; yüreğimizde, mantığımızda, aklımızda… Buralarda zaman yoktur. Gelecek, geçmiş ve an beraber yaşanır. Hiçbiri ayrılmaz diğerinden. Ve o yüreğimizde hissettiğimiz duyguya hakikat dersek eğer, asla değişmeyecek bir şey olduğunu da görmüş oluruz.

İlerleyen zamanlarda değişebilir, diye çıkışabilirsin buna. Dostum, bir gözlerini aç, yüreğinin içindesin! Burada zaman kavramı yok, sadece sen ve duyguların var.  O hissettiğin şey, o an’la beraber tüm zaman dilimlerinde yaşandı bile. Çok yüksek bir binadan düşüyorsun da sırtın boşluğa dönük gibi hissediyorsun kendini. Biraz sonra öleceksin ama o an’ın tadını çıkarmayı ihmal etmiyorsun.

Benden şimdilik bu kadar; ilerleyen zamanlarda bu konuya devam niteliğinde şeyler yazıp, sizlerle paylaşacağım.

Fikirlerinizi beyan etmek istiyorsanız: ferzendgulserin@gmail.com adresinden bana mail atabilirsin. Siz yazın, mutlaka okuyup geri dönerim ben.

Kalın sağlıcakla!

01/04/2016

ELVEDA

İç Anadolu’nun küçük bir kasabasından Ankara’ya otobüsle seyahat etmekteyim canım. Tam 384 gündür bir hastane odasında türlü türlü ilaçlar, uyutma yöntemleri, elektrik şokları ile mücadele edip; kendi benliğimi ve ruhumu gömüp geldim. Yani iyi misin, diye sorarsan, sanırım buna yanıt veremem. Bedenim eskisine göre daha zayıf. Aslında tam olarak şöyle; biraz kilo verdim, biraz kamburum çıktı, karaciğerimin yarısını aldılar, bir de tek böbreğim var artık. Neden, dersen eğer; eh, seni unutmak gibi ciddi bir işten bahsediyoruz, bedeli öyle hafif olamazdı değil mi?

 Hastaneye yatmadan evvel daha bir maviydi gökyüzü fakat şimdi bakıyorum da eski rengini yitirmiş. Bulutlar beyaz değil sanki. Kuşlar da eh işte, ağır aksak uçuyorlar gibi. Neden böyle canım? Dışarıda ne oldu da her şey bu kadar garipleşti? Yoksa garip olan bir şey yok, ben mi unuttum aslında hakikati böyle olan gerçekleri?

Kafam gerçekten çok karışık ve cevaplamam gereken tonlarca soru var. Yollar aslında soruları cevaplamak için muazzam fırsat ancak ben bunu yapamayacağım. Adını bilmediğim bir firmanın, bilmem kaç plakalı otobüsünde, 7 numaralı koltukta sana bilmem kaçıncı kez vuruluyorum. Evet, yanlış duymadın! Sana vuruluyorum. Çünkü kafamın içinde bazı dönen sesler evde beni beklediğini söylüyor. Bunu hissediyorum. Bütün hücrelerime kadar varlığın beni çekiyor sana. Nasıl özledim seni, ah bir bilsen; ah bir bilsen bedeninde sana dair ne varsa bağrıma basmak için nasıl sabırsızlanıyorum!? Şu otobüs daha hızlı gitmiyor mu? Ya da hayır, gitmesin! Kaza filan yapar, kavuşamam sana. Daha yavaş gitsin. Hayır, hızlı gitsin. Off! Kafamın içinde dört kişi muhabbet ediyor sanki. –Susalım baylar!  Tanrım, merhamet et lütfen, bunu kaldıracak gücüm yok artık.

Otobüs nasıl giderse gitsin, yeter ki beni sana kavuştursun. Yeter ki sarılsın bedenlerimiz bir birine. Bilmem kaç bin yıllık hasret birikmiş yürek pınarlarımda, sana doğru hırçın bir sel gibi koşarak geliyor. Sıkıca dur oracıkta, yere sağlam bas! Sarılmamız diyorum; sarılmamız çok büyük bir doğa felaketi gibi olacak. Ne varsa alıp götürecek, ne varsa silip süpürecek! Sıkı dur canım, sıkıca dur. Sahi, aklıma geldi, kara gözlerinin üzerinde duran kaşlar pür dikkat bana bakardı ya hani cumartesi sabahları kahvaltı masasında, hatırladın mı? Öylesine dikkatli bakardın ki, ben her defasında zeytin çekirdeklerini yutardım korkudan. Sonra da gülerdik işte beraber. Ne güzel gülerdin, ne güzel bakardın! Hepsi çok güzeldi. Daha da güzel olacaklardı fakat sen kafama dayadığın ayrılık tabancısıyla beynimi binlerce parçaya böldün. İşte sonra sen, benim bilmediğim bir şehre gittin, ben de bir hastane odasına. Böyle bitmemeliydi…

Her neyse, başka şeylerden konuşalım! Mesela, keşke evde beklemesen de, otogardan almaya gelsen beni. Sahi ya, ne güzel olurdu değil mi? Ne güzel olurdu beni almaya gelsen. O benim çok sevdiğim kırmızı eteğini giysen mesela. Üstüne de Ulus’tan aldığımız yeşil bluz, ellerinde kırmızı ojeler, çok sevdiğin siyah çantan olsa. Bir de siyah pabuçların. Otobüsün perona yanaşma saatini beklesen oracıkta, ikide bir kahverengi kayışlı kol saatine bakarak. Ne güzel bir manzara çizdim değil mi? Bunları yazarken dahi gözlerim doldu. Peki ya sahiden de sen orada bekliyor olsan ne olur? İnan bir fikrim yok. Fakat gözüm sana sarılmakta filan değil. Sadece otobüsten indiğim sırada, tek bir anlığına fark etsem senin orada olduğunu ve tek bir kerecik gözlerim sürünse gözlerine…

*****

 Eve öyle bir umutla geldim ki, sokaklarda koşmamak için kendimi zor tutuyordum. Yolda düşündüm içimden “galiba işi çıktı gelemedi otogara, neyse evde sarılırız artık” diye. Ne kadar masumca düşünceler görüyorsun değil mi? Hala olmayışını kabul edemeyip, geleceğine inanıyordum. Eğer bugün inancım bu denli kuvvetli olmasaydı ömrümün sonuna kadar her kapım çalındığında “kesin o geldi” diye fırlardım yerimden. Fakat bugün otobüste yaşadığım o umut ve ardından eve geldiğimde gördüğüm gerçeklikler tokat gibi yüzüme çarpıp uyandırdı beni. Evet canım, uyandım ben artık. Olmayışını kabul ettim, inandım bir daha gelmeyeceğine, seni tekrar göremeyeceğimi de kabullendim.

Bütün bu kabul edişlerden sonra sanırım kendimi daha özgür hissediyorum. Evet, yanlış duymadın, şimdi daha özgür hissediyorum kendimi ve bir tabancanın ağzından çıkacak mermiyle kafamı ödüllendireceğim. Deliler gibi kahkaha atıyorum şu an. Beynimin içinde gelecek olan mermiyi karşılama merasimi başladı bile. Biraz sonra hayata gözlerimi yumacağım. Bunun tek acı tarafı senin olmaman. Ben, daha farklı düşünmüştüm ama artık geri dönüş yok.

Mermi beynime girdikten sonra ne olacak biliyor musun; sana yazdığım mektuplara birkaç damla kan sıçrayacak. Biraz da barut kokusu saracak etrafı. Sonra bazı meraklı komşular kapıyı dinleyecekler. Polisler, hastane filan derken ben ölmüş olacağım. Bu mektupları alıp, sarı saman kâğıtlardan oluşan bir araştırma dosyasına koyacaklar. Bedenim toprakla bir oluncaya dek sen de sanırım almış olursun mektupları.

İşte azdan çok, çoktan az olan bu hikâye de burada bitmiş olacak.

Elveda canım… Elveda baylar…

Nisan/2002

ANKARA

İKİLİ YALNIZLIK

Çok uzun zaman yalnız yaşadıktan sonra kalabalıklara karışmak biraz güç olur. İşte ömrümün bu bölümünden el sallıyorum şu an sana arkadaşım. Ne kadar yalnız kalınabilirse o kadar yalnız kalmıştım. Nasıl bir yalnızlık biliyor musun; kulakları sağır edecek bir çığlık kadar şiddetli, yüzünü mosmor eden bir tokat kadar sert, gökyüzü kadar uzun ve sonsuz… Böylesine bir işkence türü yahut yaşama şekliydi yalnızlığım.

Bana ait bir oda ve mutfağı bölüp salon icat ettiğim bir evim vardı. O evden çıkalı 2 yıl geçti fakat hala kokusu burnumdadır. Bilir misin, her evin bir kokusu olur! Ev sahiplerinden başka kimse alamaz o kokuyu. Aslında ona koku demek hata olur bana kalırsa. Kokudan çok daha fazlası var içinde; huzur, sessizlik, güven, aitlik ve her şeyden önce kendinden bir parça var. Ev, oda ya da odalar, her neyse işte artık, sadece duvarlardan meydana gelen bir yapı değil. Senin ta kendindir, hikâyendir.

Evet, o evin içinde yalnızdım. Bunu korkmadan söyleyebiliyordum. Tek bir kişi yoktu sığınacak, tek bir kişi yoktu dinleyecek. Tek başımaydım. Nasıl koyar adama bilir misin arkadaşım; nasıl huzursuz eder, nasıl iç yakar? Bilmezsin belki ya da bilirsin, şu an onunla ilgilenmiyorum. İlgilendiğim konu şu; ben başaramamıştım. Neyi mi? İyi arkadaş biriktirmeyi, iyi dost biriktirmeyi… Becerememiştim yani, olmamıştı. Hoş zaten, bu hayatta doğru düzgün bir başarım olduğunu da söyleyemem. Hep en dibi gören, en sonlarda sırıtan, her zaman doğru dürüst hedefe koşamayan adam oldum ben. Kazanmak nedir bilemedim! Ulan insan bir defa kazanmaz mı be! Kazanır değil mi? Bir defa kazanır! Ama yapamadım.

Hayat çok garip biliyor musun arkadaşım? Sen başaramazsın bir şeyleri. Ama o başarısızlıkta tek değilsindir, birileri de yardım etmiştir. Berabersiniz yani, anlatabildim mi? Fakat en son şöyle olur; bütün fatura sana kesilir, her şeyin tek sorumlusu sen olursun. Hani bir iş için hep günah keçisi aranır da o, hep hazırdır ya! Aynen öyle işte. Hayattaki rolüm o günah keçisi oldu. Faturalar, bedeller, kaybetme sorumlulukları hep üzerime yıkıldı. Bir kişi bile durmadı yanımda. “Ayaktaysam onlar sayesinde, düştüysem kendim ettim kendim buldum” oldu hep.

Kabul edelim be arkadaşım! Biz yaşamayı her türlü imkâna rağmen beceremedik. Ne hayatta yüzümüz güldü ne de biz hayatta güldük, ne hayat kazanma şansı verdi ne de biz hayatta kazanabildik; uzar gider bu cümleler, aldırma sen bana. Kapa gözlerini ve yıldızları düşün. Ha bir de, dalga seslerini. İkisi bir arada olunca daha bir huzur veriyormuş, öyle söylüyorlar.

Bağlamadan gitmeyelim; yalnızdım dedim ya hani; işte çok sonra bir gece vakti, o gece için iyi dileklerini ileten bir kadın geldi araladığım pencereden içeri giren rüzgârla beraber. Sonra kapattım camları sıkı sıkıya; ne ben çıktım odadan ne de rüzgârın getirdiği kadim emanet! Kalakaldık bir göz odanın içinde iki hali perişan. Zaman umarsızca geçti bize bir şeyler bırakarak. Elimizde kalanlara baktık, düşündük taşındık ve bunun adına “ikili yalnızlık” dedik.

O gündür bugündür hayattayız işte arkadaşım! Ve galiba bu defa kazandım! Daha doğrusu kazandık. o da, ben de… Kazandık; el ele vererek bir şeylerin üstesinden geldik. Hatta ne yaptık biliyor musun? Göğsümüzü gere gere haykırdık hayata; hepiniz, biz tek.

 26.03.2016

 

HIRKASIZLAR CEMAATİ

21. yüzyılın belki de en afilli dönemindeyiz. Geride bir yüzyıl bırakıp yenisine başlarken hepimiz heyecanlıydık. Hatırla; 2000’e girdiğimiz günü getir aklına. 15 yıl sonrası için uçan arabalardan, akıllı robotlardan, yemeklerin yerine gelecek haplardan bahsettiler. Gökdelenler olacaktı her yerde. Bilgisayar kullanmak ilkel kalacaktı yaşanan teknolojinin yanında. Jetgiller diye bir çizgifilm vardı, öyle olacaktı her şey. Meşhur adıyla: Milenyum Çağı. İnsanoğlunun en muhteşem dönemi olacak, dediler.

15 yıl geçti o günden bugüne ve hatta 16’ya doğru ilerliyor hızlı adımlarla. Peki ne oldu, uçan arabalar geldi mi? Yemeklerin yerini haplar aldı mı? Hayır. O zaman bahsedilen hiçbir şey gerçekleşmedi. Aksine, ilerlediğimizi zannederken daha çok geriye gittik. Şimdilerde ise o günleri arar olduk. Doğal olan ne varsa katlettik, öldürdük. Doğa denen şey kalmadı bile. Eskiyi özlemeye başlayınca, trend denilen bir isim bulup zengin abilerimizi ve ablalarımızı köylere tatillere gönderdik. Evet, biz yaptık bunu. Sabah 8 akşam 5 çalışıp onların tatillerini imkanlı hale getirdik. Çalıştık…çalıştık…çalıştık ve hep düştük. Aslında bir tahterevalli gibi oldu her şey; biz aşağıya düşerken abilerimizi ablalarımızı yukarı kaldırdık. Bir daha da indiremedik gökyüzünden o tatlı kıçlarını.

Birilerini zengin yapmaktan başka ne işe yaradık? Nefret ve öfke ektik dudaklarımıza. Saçma sapan bahanelerimizi kavgamıza sebep ettik. Mesela bizi sevmeyen birine düşman dedik. Bize övgü dolu sözler söyleyenlere ise dost. Hep çıkarlarımıza göre haraket ettik. Yapmadık mı? Yaptık. Daha da yapmaya devam edeceğiz. Başka ne yaptık? İnsanları böldük. Kürt dedik, alevi dedik, sunni dedik; siyah dedik, beyaz dedik… aklına ne gelirse dedik ve mikron parçalara ayırdık kendimizi. Hiç utanmadık bunları yaparken. Sen, şimdi diyeceksinki “ama ben böyle bir şey yapmadım”. Dedin bile değil mi? Yaptık güzel arkadaşım. Hemde pek alasını yaptık. Sen, ben, o; hepimiz bu suça ortağız.

Peki başka ne yaptık? Kurcala biraz hafızanı. Aklına gelmediyse ben sana yardımcı olayım. Burada müsadenle sözü erkeklere getireceğim. Mesela “KADINLARIMIZ” dedik bu muazzam(!) çağda. Lafa bakar mısın? Kadınlarımız… Nasıl kadından bizimmiş gibi bahsedebiliriz? Erkek olarak güçlüyüz(!) ya. Kadın kendi hakkını savunamaz. İlla sahipleneceğiz. Şahsen bu konuda bir özeleştiri vermemiz gerekiyor pek değerli hemcinslerim.

Aslına bakarsan kadınlara yaptığımız bununla da kalmadı. Erkekler olarak kadınları da böldük. Sınıflandırdık desem hata etmiş olur muyum? Bence, hayır. Mesela önce ırk olarak anneleri ayırdık. Asker annesi… Kürt anası… demedik mi? Dedik. Devam da ediyoruz buna tam gaz. Ama bu ayrımı yaparken şunu unuttuk; dünyanın bütün anneleri aynı güzellikte güler. Gülüşleri aynı güzellikte olan anneleri biz ırksal olarak ayırdık. Yetmedi, kızlarını aldık listeye. Ne yaptık? Etek boyu, dekolte; bacak boyu, basen genişliği; kısa boylu, uzun boylu; esmer, beyaz… liste uzar gider. Ayırdık, ayırdık, ayırdık… doymadık bir türlü bölmeye, ayırmaya. Yanlış diyebilir misin buna? Bence diyemezsin. Yaptık çünkü. Bak, sen şimdi yine “ ben yapmadım böyle şeyler” diye kızıyorsundur. Fakat suç hepimizin arkadaşım. Belki sen böyle bir şey yapmadın ama çevrende en az böyle olan bir insan tanıdın. Değiştirmek için bir şey yaptın mı? Hayır. Zaten yapmış olsaydın, olsaydık böyle olmazdı. E takdir buyur ki, sessiz kalmak da suça bir şekil ortak olma hali olsun.

Kızgınlığını bir tarafa bırak şimdi arkadaşım, sana dediklerimi düşün. Hatta gerekirse burda okumayı bırak ve başa dön. Hepimiz iyi olmaktan bahsediyoruz ama iyi olamıyoruz. En az bir defa üzüyoruz birini, en az bir defa haklı çıkıyoruz ve haksız ilan ediyoruz geri kalanları. Yapmıyor muyuz? Yapıyoruz. En az bir defa faşizan bir söylemle ayrımcılık yapıyoruz. Bölmeye, ayrımcılığa bir damla da olsa katkı sunduk hep. Devam etmediğini söyleyemezsin.

Önceden dört duvar arasında yeryüzüne umut olsun diye kızlar oğullar doğuran kadınların gözyaşlarını tabuta hapsedenlerle yan yana yürüyoruz bu modern çağda. Ülkenin doğusundan batısına gelmiş bir araba görünce küfür eden insanlarla yemek yiyoruz halka açık yerlerde. Bir adamın ten rengi esmer diye onu hedef gösterenlerle aynı marketten alışveriş yapıyoruz. İyiler ve kötüler birbirine karışmış şekilde toplumda dolaşıyor öyle değil mi? Peki ne yapalım? Bak, benim bir fikrim var.

Yarın sabah uyandığımızda, ırk dediğimiz hırkamızı çıkarıp evimizdeki portmantoya asalım. Irksız çıkalım sokağa. Bak, dikkat edersen çıplak demedim, ırksız dedim. Heralde çıplak deseydim daha çok tepki verirdin. Çok basit bir şey bu. Irksız yürü caddelerde. Mesela Kürt komşun olmasın o gün. Alevi arkadaşın da olmasın. Türk damadını sil kafandan. Hepsine insan olarak bak. Sen hiç doğada Diyarbakırlı kedi, İzmirli kedi gördün mü? Yok. Ya da Trabzon’daki ağaçlar dedi mi, biz daha çok oksijen üretiyoruz, bu ülke bizim? Hayır. İnsan hariç bütün canlılar tabiat ana kütüğüne kayıtlı. Sende sadece 1 günlüğüne öyle yap. Bir de tabiat ananın kucağında bak yer yüzüne. Eğer beğenmezsen beraber yine hırkalarımızı giyeriz. Ancak sana bir sır vereyim; ben, yıllar evvel o hırkayı çıkardım sırtımdan. Ve dünya öyle muhteşem oldu ki. Hatta bak, hırkasız olarak, hırkalılara bir şeyler anlatıyorum küçük aklım yettiğince. Her neyse… Sen, yarın dediğimi yap arkadaşım. Hatta en az 1 arkadaşına da yaptır. Sonra gel, biz bir tarikat kuralım seninle: Hırkasızlar Cemaati…

MAVİ

Masmavi olacak ay, diye haber saldılar her bir yana. Televizyonlar ondan bahsetti. Gazeteler, dergiler, internet siteleri… Hepsi ondan bahsetti. Simit gözlüklü bilim adamları basına demeçler verdiler. Ve inanır mısın sevgilim, mavi ay’ın mutluluk getireceğini söylediler; hiç utanmadan, çekinmeden.

Mutluluğun, doğa olaylarına bağlandığı, insanların namussuz olduğu bir döneme denk geldi ömrümüz. Zaten yeterince hasret ve ayrılık doluyken, bir de bu çıktı başımıza. Mavi ile yeni tanışmış insanlar olacaklar ki mutluluk diye bir isim takmışlar mavi ay’a. Yoksa bunun başka bir izahı olamaz. Hem şu da bir gerçek, mutluluk tek bir renkte bağlı kalamaz. Mesela bana sorarsan, kahveyi kıskandıran güzellikte olan gözlerinin rengi, maviden daha çok mutluluk veriyor bana. Gece karanlığını andıran saçlarının siyahı daha bir huzur dolduruyor içimi. Mavi ay kimin umrunda, sen yanımda uzanırken ve sana dair renklerde avare dolanırken.

Sen ve sana dair şeyler varken ne diye gökyüzündeki bir yıldızdan medet umayım!? Neden böyle bir ahmaklık yapayım, akıl işi değil. İlla mavi ile alakalı bir düş, mutluluk ya da ona benzer bir şey dileyeceksem; deniz olur bu, gökyüzü olur, kuş kanadında olan bir mavi leke olur, maviliklerde süzülen bulutlar olur… Yani mavi ararsam bulurum, mavi ararsam karışırım; bulanırım ona.

Fakat inan sevgilim, ne gözüm ay’ın mavi oluşunda ne de gökyüzünde… Sadece dünyadaki bütün mavi gülüşlü çocuklar çıkar savaşlarında ölmeden evvel başımı kasıklarına yaslayıp sonsuz huzura ereyim istiyorum. Sadece sana karışmak, senden bir parça olmak ve bedenindeki bir damla sıvıya; belki gözlerinden akan yaş, belki de göğsünden süzülen ince bir ter damlası ya da adı her neyse; oraya hapsolayım istiyorum…

Benden böyle hallice sevgilim, ya sen; ya sen nasılsın?

KAYBETMEYENLER

21. yüzyılın posmodern aşk hikayelerini alışık olmadığınız bir tarzla anlattığım kitabıma hiç alakası olmayan bir şey eklemek istedim. Yazmaya başlarken nasıl olması konusunda bir fikrim vardı ancak düşünce zihnimde ilerlerken tedirginlik sardı beni. Neden böyle bir şey oldu, bilmiyorum.

Delik Deşik Hikayeler kitabımda size hep 21. yüzyılın kaybedenlerini yazdım. Kaybeden adamları, kadınları; mütemadiyen hüzüne sarılan fikirleri… hep böyle şeylerdi. Peki, kaybetmeyenler? Onlar kim? Var mıdır sahiden hiç kaybetmeyen kadın ya adam? İnsanlığı geçecek olursak; bitki, hayvan, eşya… yani canlı cansız ne olursa olsun hiç kaybetmeyen bir şey var mıdır yer yüzünde?

2013 yılında “Notlar” başlığı altında başladım bu hikayeye. Aslında hikaye denmez ama siz, öyle deyin.

Hatırladığım kadarıyla; 2013 yılında Ankaradan, İstanbul’a seyehat ettiğim otobüsteki adam bu satırları bana yazdırmaya başladı. Hatırlamıyorum yine ama galiba Bolu’da ilk fikir düşmüştü kafama: Kaybetmeyenler, kimler onlar?

Bahsi geçen şahıs, iyi bir firmada satış görevlisiydi. Maaşı, cebimdeki paranın çok fazla katıydı. Çoktu yani. İyi bir iş, iyi bir eş, iyi bir ev… herkesin hayalindeki hayat yani. Toplantı için gidiyordu İstanbul’a; zaten sürekli hayatıyla, parasıyla, eşiyle ilgili şeyler anlatıyordu. Fakat bunlardan öyle bir bahsediyordu ki hiç kaybetmemiş gibiydi. Yeryüzündeki her şeyin en iyisini almış ve çok yüksek katlı bir binanın yine yüksek sayılan bir dairesinden bizi, yani kaybedenleri izliyordu.

Konuşması bile farklıydı, anlamadığım bi sürü kelime kullanıyordu. Ben, sokak edebiyatı okuyup mezun olmuştum. O ise, burjuva edebiyatı. Bir lisan problemi vardı aramızda ama bozuntuya vermiyordum.

İstanbul’da, Harem Otogarında indiğimizde beni taksiyle Kadıköy’e bıraktı. Gideceği yerle alakası yoktu, yolunun üzeri dahi değildi ama böyle bir incelikten kaçınmadı. Taksiden inerken bana 200 TL uzattı ve ekledi; “Türk Edebiyatına ufak bir çorba.” Yahu edebiyatı niye ırksal kavramlara göre ayırıyorsun be adam, diyecektim ki ırkçılık kokan cümle ve elinde duran 200 TL beni frenledi. Tabii aldım tahmin ettiğiniz gibi. Aslında almamın sebebi, paramın olmayışı ya da fakirlik edebiyatı değil. Adamın küstahlığına verdiğim bir cezaydı.

İşte bu olay beni, kitapla alakasız olan bir konuyu yazmaya sürükledi. 2015 yılındayız şimdi ve o adamı tanıdığım günden bugüne tam 2 yıl geçti.

Kaybetmeyenler… 2 yıl boyunca bir sürü insan tanıdım. Bir sosyal deney yaptım hepsinde. En yakınlarına kadar sızdım. Fakat bir tane bile kaybetmeyen görmedim. Öyle biri olamaz. Eğer benim tanımadığım varsa da o korkak biridir. Vasıfsız biridir. Engellenemez bir kibir sahibidir. Kredi kartı limiti kadar egosu vardır. Bir işçinin 1 aylık maaşını tek gecede yiyebilen ve buna hiç acımayan biridir…

Laf fazla uzadı sayın okuyucu, farkındayım. Toparlayıp, sigaralarımızı yakalım haydi.

Kaybetmek, asillerin kolay becerdiği bir iştir. Meslek haline dahi getirenler var. Bizim için, yani sen, ben, o ve diğer tüm kaybedenler için, kazanmak ya da kazanmamak arasında bir fark yok. Biz, sadece ne zaman hüsrana uğrayacağımızı bekleriz. Öyle değil mi? Bence, öyle.

Hiç kazanmamış bir adam olarak derim ki; biz, sokakta “ben tek, siz hepiniz” diyen çocuklarız. 3-5 kuruş para, birkaç insan, değersiz eşyalar yıkamaz bizi.

Zamanın afilli kaybedenlerine itafen; hadi, birer sigara yakalım.

DUVAR

Yumruklarımla kırılmayan duvarların içindeyim. İçerisi karanlık. Bir oda mı bu? Neredeyim, bilmiyorum. Karanlığı biliyorum bir tek. Bir de seni. Karanlıktaki seni. İsyan ediyorum. Gücüm bitmek üzere ve çıkıp gidiyorum insanların oyunlarından, hayatlarından. Yeter diyorum, ölün diyorum. Ölmek demişken, midem bulanıyor yine. Karanlıktan demişti birisi. Kimdi, hatırlamıyorum.

Karanlığa senden evvel gelen, gelecek olan ve giden herkesi dizdim. Bir Spartacus’üm şimdi. En sivri kılıcım elime alıp hepsini yok ediyorum. Kan. Kan ve hayat. Kan, hayat ve yaşadığım her şey toprağa akıyor. Toprak kanı emdikçe huzur buluyorum. Sıra sana geliyor. Kılıcımı hazırlıyorum. Tam seni yok edecekken kılıç kaleme dönüşüyor elimde. Sen korkuyorsun ve bedenin bir kağıt oluyor, bin seksen iki yıldır yazılmayı beklemiş. Gözyaşların akıyor. Tanrılar dua iliştirmiş içlerine. Ama bugün dua olmaz sevgilim, affet! Tanrılar günah istiyor benden. Öl sevgilim, öl ki artık huzurla devam edeyim enfekte olmuş ruhumla yürümeye.

GÜNAH

Günahla yıkanan bedeni âciz, çaresiz ve eksik duruyordu karşımda. Başka başka el izleri vardı her bir zerresinde vücudunun. Ve her bir zerre başkasına yahut başkalarına aitti. Yasak olan her şey gibi o da cazipti. Onu kaçırmak istedim buradan, şu herkesin gittiği uzaklara götürmek belki mantıklı olabilirdi ama artık çok güçsüzdüm. Ruhum eskisinden zayıftı ve enfekte olmuştu. Canım, eskisinden güçsüzdü ve derman yoktu dizlerimde tek bir adım atacak. Çaresizdim. Bende, onu herkesin gözünün önüne sakladım. Her gün yanından geçiyorlar ama görmüyorlardı. Saklanmak, göz önünde daha güvenli.

ŞARAP KADEHLERİ

Soğuk bir bar tuvaletini andıran, esasen beyaz bir hastane odası olan; köhne, loş, havasız bir yerdeyim şimdi canım. İlaçlarımı almadığım için yine berbat bir hafta geçirdim. Biliyorum, burada olsaydın şimdi ağzına gelene saymaya başlardın. Koskoca adamsın yakışıyor mu; amacın ne senin, kendini öldürmek mi istiyorsun; artık bıktım senden; ben de insanım be adam gibi cümlelerini duyar gibiyim ama söylenecek tek sözüm var bu dediklerine; özledim. Evet, seni bu gece her şeyden daha çok özledim. Artık hasret, uzun zamandır yıkanmayan bir kül tablası gibi. Surat ekşittirmeye, mide bulandırmaya, can sıkmaya ve yakmaya başladı.

Birazdan beyaz önlüklü bir hemşire, yanında mavi yakalı iki adamla gelip ellerimi bağlayacak. Tehlikeli hastalar sınıfına terfi ettim evimde. Sahi, söylemeyi unuttum sana; evim belledim artık mezarı andıran derecede soğuk olan bu hastane odasını. Hoş senin olmadığın her yeri evim zannediyorum artık. Ait olamıyorum. Aitlik duygum, sıfırın altı termometreler kadar çirkin ve sevimsiz duruyor ömrümde. Bana ait hiçbir şey yokken bana sahip olan yalnız ilaçlar artık. Günden güne zayıflıyor bedenim. Organlarım hasar görüyormuş aldığım ilaçlardan. Bu da bir acı kaynağı işte. Aldırma ama sen. Geçen mektubumda sana iyileştiğimi söyledim fakat durumlar değişti birkaç ay içinde. Genetiksel bir rahatsızlık filan, dedi doktor ama dinlemedim. Seni düşünüyordum o sırada. Seni düşünürken başka bir şeye yoğunlaşamıyorum. Bu da benim lanetim galiba, emin değilim.

Ağır çekimde oynatılan bir intihar sahnesine benzetiyorum ömrümün bu bölümünü. Çok yüksek bir binanın son katından kahramanımız boşluğa doğru bırakır kendini. O kadar ağırlaştırılmış bir şekilde oynuyor ki sahne ölüm sıkılıp bir sigara dahi yakabilir kahramanımızın başında. Ve sonra bir şeyler oluyor, belki yönetmen sıkılıyor, belki de ölüm, ölecek olanı almak için can atıyor, bilmiyorum ama hızlanıyor film. Kahramanımızın kafatası asfaltın üzerinde eski dönem tablolarını andıran bir hal alıyor. İşte şu an ömrüm, sıkılanın belli olmadığı bölümü oynuyor. Ve ne zaman asfalta kafatasımla bir desen çizeceğim diye bekliyorum.

Koridordan ayak sesleri gelmeye başladı. Bir, iki, üç, dört… Yaklaşıyor git gide. Bu defa daha fazla ses duyuyorum. Bu zayıf bedenime tek bir kişi bile yeter oysa. Ama bilirsin işte doktorlar her şeyi abartmayı severler. Onlar gelmeden evvel bu mektubu dolabıma saklamalıyım. Kağıt kalem çaldığımı anlarlarsa eğer daha fazla kısıtlama getirebilirler. Ya da daha fazla ilaç, emin olamıyorum neler yapabileceklerinden.

Bahsetmeden edemeyeceğim, dünden beridir bir şiir takılmış aklıma; herkesin bir gideni var bir de gönderdiği, demiş şair. Sahi, ben neyim sende canım? Gidenin değilim, onu ikimizde biliyoruz. Peki, gönderdiğin miyim? Nereye gönderdiğinim? Sahi, sen, benim gidenim misin? Kafam yine çok karışık. Seni hatırlamak provakatif bir eylem gibi. Bir şeyleri darmadağın etmeye bahane gibi. İçimde koca koca şarap kadehleri var. Dökülüyor tam yüreğimin ortasına. Kan rengine dönüyor kanayan yaramın üstü. Şarap bir şeyleri örtmeye yarar, demiştin. Belki de haklısın, bilmiyorum canım fakat bana bir cevap ver; dudaklarının izi olan şarap kadehlerini kırmalı mı yoksa sarhoş olana dek içmeli mi? Peki, bu hastane köşesinde ne yapmalı? Bütünüyle beyaz olan çarşafı kan gölü mü yapmalı; yoksa sen varmışçasına sarılıp yatmalı mı?