BİR BAHAR VAKTİ

Hiçbir sikime benzemeyen bir öğlen vaktindeyim şimdi. Manasız, saçma ve oldukça sıkıcı geçiyor günlerim. Bir anlatım bozukluğunun rahatsız eden tadı var hayatımda. Ani tepkiler veriyorum günlerdir çevremdekilere; beklenilenin dışında davranıyorum. Çünkü mevsim bahara döndü artık canım. Güneş geldi şehre. Güneşle beraber gelmesi gerek her şey ve herkes geldi ama sen hala gelmedin. Belki bu bahar gelirsin diye bekliyordum aslında. Ümidim, inancım tamdı gelmen konusunda. Fakat görünen o ki gözlerimi döktüğüm yollar boş kalacaklar.

Kızılay’a geldim az evvel. Bahar günleri evde oturmamak adettenmiş. Bilirsin işte, bahar coşkusu filan. İnan bende o coşkudan eser yok. Sıradan bir gün gibi geliyor bana. Evet, kabul ediyorum, güneşi özlemişim fakat seni daha çok özledim. Güneş ışığının tenimi ısıtması, senin soğuk ellerinin bedenimde dolaşmasından daha güzel değil. Kuşların her sabah neşe içinde ötmesi senin sesin kadar çekici değil. Şu mevsimde olan hiç bir şey senin kadar güzel değil. Kim bilir, belkide benim baharım sen gelince başlayacaktır. Bir gelsen mesela, denesek bunu; iyi olmaz mı canım? Olmaz, diyorsundur içinden. Her neyse, saçmaladım yine.

Şu Kızılay Meydanı çok garip bir yer. Her türlü insan var. Bazen onları izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Gözlerim bir taraftanda seni arıyor aslında. Sen beni görmezsin de ben seni görürüm belki. Ve şüphesiz görürsem bu mevsim anlamlanır o an gözümde. Tanrılara, yüzünü sadece bir defa daha görmem konusunda yakarıyorum. Senin gidişini, seninle aynı adı taşıyan kutsal bir annenin çocuğuna anlatıyorum. Duyuyor mu beni, bilmiyorum.

Sensizken, kocaman bir çığlık koparıyorum meydanda kimsenin duymayacağı tonda. Kimseler işitmeden seni özlediğimi fısıldıyorum rüzgâra. Belli mi olur, belki sen bir gün evinden çıkıp bir yere yetişmeye çalışırken, evinin hemen önündeki bahçede çiçeğin üzerine konmuş bir kelebek renkleriyle gözlerini alır ve seni çağırır. Sen ona yaklaşırsın. Yaklaşırsın. Yaklaşırsın… Tam dokunmak için uzattığında parmağını ufacık bir rüzgâr senin kulağından içeriye doğru fizik kurallarına aykırı bir şekilde sızar ve “özledim” dediğimi duyarsın. Olur mu öyle şey, deme canım! Olur. Neden olmasın? Bu dünyada aklının almayacağı hiç mi bir şey olmuyor? Dünyanın her hangi bir yerinde, hiç tanımadığın bir insanın tenine temas eden rüzgâr senin yüzüne çarparken buna mı olmayacak diyeceğiz! Diyemeyiz. Dersek, Edward Lorenz’e ihanet etmiş oluruz.

Sana bunları yazmaya başladığımda güzel bir hava vardı fakat yerini bulutlu, basık, boğuk ve karanlık bir havaya bıraktı. Mevsimde benim gibi tuhaf ve anlaşılmaz. Sabahı, öğleni, akşamı; birbirinden farklı. Kestiremiyorsun nasıl başlayacak nasıl bitecek. Bir yandan sen ve ben gibi işte canım. İnceden bir yağmur tutturur mu diye düşünürken başladı bile. Kâğıt ıslanıyor. Bir an evvel gitmem gerek. En az senin kadar değerli bu yazdıklarım. Bir şey olsun istemiyorum. Son olarak şunu demek isterim ki; şehrimde çok delikanlı bir hava var şimdilerde. Bari bu bahar boşa gitmesin, gel derim sevgili.

ANKARA/1996

Yorum bırakın