UYAN

Hiç bir amacımın olmadığı sabahlara uyanıyorum şu sıralar. Hayatımın en kötü dönemiydi ve daha da ne kadar kötü olabilir, diye düşünüyordum. En başından belli olan bir hatalar zinciri yapmıştım. Sonra bu zincir ağırlığa dayanamamıştı ve kopmuştu. Pek tabii normal karşılarsın bu durumu ama ben öyle yapamadım. Sıradan değildi. Bu kopuş çok şeye mal olacaktı hayatımda, emindim.

Amaçsız sabahların birine daha uyanmıştım. Her sabah ayrı bir ölümdü. Ölüm demişken, ağzımda kan tadı vardı bazı sabahlarda ve ölmek fikri çok mantıklı geliyordu. Var olmamış olmak istiyordum. Bir sabah uyansaydınız mesela, sanki ismim hayatınızda hiç olmamış gibi devam etseydiniz rutin işlerinize. Yani bir kayıt defterinden bir silgi aracılığı ile silinmesi gibi bir şey. Güzel olurdu.

Hep düşünüyorum; bu sabahların bir anlamı olmalı, diye. Olmalıydı. Aksi çok saçma çünkü. Bilemiyordum ne olduğunu ama bekliyordum.

Amaçsız uyandığım bu sabahın aslında bir anlamı varmış. Ben ilerleyen saatlerde öğrenecektim bunu. Sessiz adımlarla, kendimi fark ettirmeden balkona çıktım. Güneş, yeni doğmak üzereydi. Henüz kızıllaşmamıştı şafak ve ufuktaki çizgi. Aydınlanmaya biraz daha vakit vardı. Fakat vakit olsa bile ben bu şehirdeki şafağı sevmiyordum. Kırmızı sanki sırıtıyordu bu şehirde. (Daha sonra yanıldığımı anlayacağım.)

Balkonda şafağı beklerken bir sürü şey uğradı aklıma ama hepsi bahar yağmurları gibiydi. Geldi ve gitti. Hepsi öyle oldu. Bir tek ölüm fikri kaldı aklımda. O bir mevsim yağmurundan fazlasıydı benim için. Bir hakikat, bir varoluş biçimiydi belki. Ya da başka bir şey ifade ediyordu, düşünmek istemiyorum şu an onu. Fakat ölüm fikri şehrin üzerine yavaş yavaş doğan güneş gibi aklımda belirmeye başladı. En sonunda kıpkırmızı bir  şekilde aklımın orta yerine doğdu.

Her şeyi kafamda tamamen kabullenmiştim fakat nasıl yapacaktım? Yani nasıl ölecektim ben! Canım tatlıydı biraz. Acı çekmek istemiyordum ama ölmeyi de yaşamak gibi istiyordum. Karar veremedim. Aklım iyice karışmıştı. İkinci ben girdi devreye orada. “Neyden korkuyorsun? Zaten her sabah ölmüyor musun?

-ölüyorum, evet.

O zaman? Hadi sessizce ilaçların olduğu kutuyu al ve bitir şu işi!

Evet, bu  benim aklıma hiç gelmemişti. İlaç. Tabii ya, çok kolay olurdu öyle. Canım yanmayacak hem, diye düşündüm.

Evin içindeki bir karınca gibi sessizce hareket ettim ve kutuyu buldum. Odama geçtim. Renkleri en hoşuma gitmeyen hapları avucuma doldurdum. Koca bir bardak su vardı masamda. Az sonra hepsi midemde olacaktı. Derin bir nefes aldım ve işlem tamam. Hepsini mideme yollamıştım artık.

Şimdi daha iyisin değil mi? Hadi, kapat gözlerini, daha da iyi olacaksın. Sakın kusma tamam mı? Emin ol bunu yapman gerekiyordu. Korkma, ben yanındayım ve senin en derinindeyim. Benden daha fazla düşünemez kimse seni. Ben senim. Sen de bensin.  Gevşe biraz hadi. Kırlarda, bahçelerde düşün kendini. Yemyeşil çimenler var. Bir de ceviz ağaçları. Çok severiz biz ceviz ağaçlarını, bilirsin. Hadi düşün bunları. Şu gelen sesi de duyma…duyma..Sana Diyo……….

Mesut! Sesimi duyuyor musun? Mesut! Mesut! Az daha dayan oğlum. Kurtulacaksın. Hadi oğlum, bırakma kendini. Az kaldı hastaneye!

Babamın sesi ile kendime gelmiştim. Gözümü yarı araladım ve hiç sesimi çıkarmadım. Çok canım acıyor ve bu acı beynimi uyuşturuyordu. Hatırlamaya çalıştım ne olduğunu ama silik silikti her şey: Önce yatağa uzandım. Karanlık oldu, biri ışıkları kapattı sanki. Üşüdüm. İçimdeki ben, benle konuştu. Öl, dedi. Kurtulacaksın, dedi. Dinledim onu. Peki ya babam? Babam ne zaman geldi? Şimdi neredeyiz, ne yapıyoruz biz? Araba mı bu? Ama bizim arabamız yok ki. Hem babam da araba kullanmayı bilmez. Tanrım, neler oluyor? Oyun mu oynuyorsun benimle. Ya da rüya mı görüyorum?

Tanrım?

Tanrımm!

Tanrım….

Yorum bırakın