ELVEDA

İç Anadolu’nun küçük bir kasabasından Ankara’ya otobüsle seyahat etmekteyim canım. Tam 384 gündür bir hastane odasında türlü türlü ilaçlar, uyutma yöntemleri, elektrik şokları ile mücadele edip; kendi benliğimi ve ruhumu gömüp geldim. Yani iyi misin, diye sorarsan, sanırım buna yanıt veremem. Bedenim eskisine göre daha zayıf. Aslında tam olarak şöyle; biraz kilo verdim, biraz kamburum çıktı, karaciğerimin yarısını aldılar, bir de tek böbreğim var artık. Neden, dersen eğer; eh, seni unutmak gibi ciddi bir işten bahsediyoruz, bedeli öyle hafif olamazdı değil mi?

 Hastaneye yatmadan evvel daha bir maviydi gökyüzü fakat şimdi bakıyorum da eski rengini yitirmiş. Bulutlar beyaz değil sanki. Kuşlar da eh işte, ağır aksak uçuyorlar gibi. Neden böyle canım? Dışarıda ne oldu da her şey bu kadar garipleşti? Yoksa garip olan bir şey yok, ben mi unuttum aslında hakikati böyle olan gerçekleri?

Kafam gerçekten çok karışık ve cevaplamam gereken tonlarca soru var. Yollar aslında soruları cevaplamak için muazzam fırsat ancak ben bunu yapamayacağım. Adını bilmediğim bir firmanın, bilmem kaç plakalı otobüsünde, 7 numaralı koltukta sana bilmem kaçıncı kez vuruluyorum. Evet, yanlış duymadın! Sana vuruluyorum. Çünkü kafamın içinde bazı dönen sesler evde beni beklediğini söylüyor. Bunu hissediyorum. Bütün hücrelerime kadar varlığın beni çekiyor sana. Nasıl özledim seni, ah bir bilsen; ah bir bilsen bedeninde sana dair ne varsa bağrıma basmak için nasıl sabırsızlanıyorum!? Şu otobüs daha hızlı gitmiyor mu? Ya da hayır, gitmesin! Kaza filan yapar, kavuşamam sana. Daha yavaş gitsin. Hayır, hızlı gitsin. Off! Kafamın içinde dört kişi muhabbet ediyor sanki. –Susalım baylar!  Tanrım, merhamet et lütfen, bunu kaldıracak gücüm yok artık.

Otobüs nasıl giderse gitsin, yeter ki beni sana kavuştursun. Yeter ki sarılsın bedenlerimiz bir birine. Bilmem kaç bin yıllık hasret birikmiş yürek pınarlarımda, sana doğru hırçın bir sel gibi koşarak geliyor. Sıkıca dur oracıkta, yere sağlam bas! Sarılmamız diyorum; sarılmamız çok büyük bir doğa felaketi gibi olacak. Ne varsa alıp götürecek, ne varsa silip süpürecek! Sıkı dur canım, sıkıca dur. Sahi, aklıma geldi, kara gözlerinin üzerinde duran kaşlar pür dikkat bana bakardı ya hani cumartesi sabahları kahvaltı masasında, hatırladın mı? Öylesine dikkatli bakardın ki, ben her defasında zeytin çekirdeklerini yutardım korkudan. Sonra da gülerdik işte beraber. Ne güzel gülerdin, ne güzel bakardın! Hepsi çok güzeldi. Daha da güzel olacaklardı fakat sen kafama dayadığın ayrılık tabancısıyla beynimi binlerce parçaya böldün. İşte sonra sen, benim bilmediğim bir şehre gittin, ben de bir hastane odasına. Böyle bitmemeliydi…

Her neyse, başka şeylerden konuşalım! Mesela, keşke evde beklemesen de, otogardan almaya gelsen beni. Sahi ya, ne güzel olurdu değil mi? Ne güzel olurdu beni almaya gelsen. O benim çok sevdiğim kırmızı eteğini giysen mesela. Üstüne de Ulus’tan aldığımız yeşil bluz, ellerinde kırmızı ojeler, çok sevdiğin siyah çantan olsa. Bir de siyah pabuçların. Otobüsün perona yanaşma saatini beklesen oracıkta, ikide bir kahverengi kayışlı kol saatine bakarak. Ne güzel bir manzara çizdim değil mi? Bunları yazarken dahi gözlerim doldu. Peki ya sahiden de sen orada bekliyor olsan ne olur? İnan bir fikrim yok. Fakat gözüm sana sarılmakta filan değil. Sadece otobüsten indiğim sırada, tek bir anlığına fark etsem senin orada olduğunu ve tek bir kerecik gözlerim sürünse gözlerine…

*****

 Eve öyle bir umutla geldim ki, sokaklarda koşmamak için kendimi zor tutuyordum. Yolda düşündüm içimden “galiba işi çıktı gelemedi otogara, neyse evde sarılırız artık” diye. Ne kadar masumca düşünceler görüyorsun değil mi? Hala olmayışını kabul edemeyip, geleceğine inanıyordum. Eğer bugün inancım bu denli kuvvetli olmasaydı ömrümün sonuna kadar her kapım çalındığında “kesin o geldi” diye fırlardım yerimden. Fakat bugün otobüste yaşadığım o umut ve ardından eve geldiğimde gördüğüm gerçeklikler tokat gibi yüzüme çarpıp uyandırdı beni. Evet canım, uyandım ben artık. Olmayışını kabul ettim, inandım bir daha gelmeyeceğine, seni tekrar göremeyeceğimi de kabullendim.

Bütün bu kabul edişlerden sonra sanırım kendimi daha özgür hissediyorum. Evet, yanlış duymadın, şimdi daha özgür hissediyorum kendimi ve bir tabancanın ağzından çıkacak mermiyle kafamı ödüllendireceğim. Deliler gibi kahkaha atıyorum şu an. Beynimin içinde gelecek olan mermiyi karşılama merasimi başladı bile. Biraz sonra hayata gözlerimi yumacağım. Bunun tek acı tarafı senin olmaman. Ben, daha farklı düşünmüştüm ama artık geri dönüş yok.

Mermi beynime girdikten sonra ne olacak biliyor musun; sana yazdığım mektuplara birkaç damla kan sıçrayacak. Biraz da barut kokusu saracak etrafı. Sonra bazı meraklı komşular kapıyı dinleyecekler. Polisler, hastane filan derken ben ölmüş olacağım. Bu mektupları alıp, sarı saman kâğıtlardan oluşan bir araştırma dosyasına koyacaklar. Bedenim toprakla bir oluncaya dek sen de sanırım almış olursun mektupları.

İşte azdan çok, çoktan az olan bu hikâye de burada bitmiş olacak.

Elveda canım… Elveda baylar…

Nisan/2002

ANKARA

ELVEDA” üzerine 4 yorum

  1. Sonunda yazdığın elveda baylar lafı eril zihniyetinin ürünü! Dışarıdaki tacizci erkeklerden farkın yok. Pislik

    Beğen

    1. Sayın gerizekalı, okuma özürlü beyinsiz; parçanın ortasında kendisiyle konuşan adam, -susalım baylar diye çıkışıyor. İçindeki sesleri, içindeki “kendi gibi erkek olan” gürültüleri kesiyor. Bu sebepten de sonunda öyle diyor. Lütfen beynini kullan. Zira boşa israf oluyor güzelim oksijen. Yolun açık olsun.

      Beğen

    2. @ Feminist Nur
      yaziyi nerenle okudun merak ediyorum, zevzekligini baska yerde kullan.. ya da yok kullanma, hic kullanma, yazik vallahi insanlara. su yaziya bakarak yazari tacizci insanlarla bir tutman neye dayanior, nasil bi zeka sendeki yahu!

      Beğen

Yorum bırakın