YÊK KADIN VE BİR ADAM

Bu hikaye bir kadın ile adamın on beş yıllık hikayesinin on beş dakikaya sığmasıdır esasen. Ya da on beş saniye… Ben bilmiyorum. Kadın da bilmiyor, adam da. Kim biliyor derseniz aslında bir fikrim yok. On beş yıl, on beş gün, on beş saat, on beş dakika ve on beş saniye… Bu zaman dilimlerinden birindedir hikaye ve bunu bilen. Ama ne hikayeyi okuyan olmuş, ne de bileni gören.

Adam önceleyin kadını severek başladı hikayeye. Her şey gibi her hikaye gibi her adam ve kadın gibi önce bununla başladı. Sevmek, bir insandan fazlasıdır aslında. Bir gülüşü sevebilirsin, bir sitemi, bir isyanı, bir gözyaşını, bir ânı… Hiç dokunmadığın bir yüzü sevmek gibidir yani. İnsandan fazla, dünyadan azdır sevmek vesselam. Adam sevdikten sonra ne yapacağını bilemedi. Kadının evcil acıları ile karşılaştı ve bunları kendi acısı yaptı, esasen varlığını bilmediği ama bilmeye can attığı türden. Acı her zaman gözlerde saklanmaz, bunu öğrendi adam. Bazen çok güzel gülen gözlerin yüreğinde derin acılar yatar, kadında da öyleydi. Yüreğinde evcil bir acı besleyip, her haziran sabahı gözlerini uzaklara gönderirdi hasretle. Adam, bir haziran sabahını rüyayla karışık gördü karanlığın içinde. Paramparça oldu içi. Ciğerlerini bir el avuçladı nefes almasını engellercesine. Aldıramadan hiçbir şeye koşmaya başladı. Uzun uzun koştu. Ve sonra gidip kadını bir odadan aldı, hiç bilmediği başka bir odaya götürdü. Yüz yıllar süren hasretle koşmuş gibi yorulmuştular ve nefes almaya ve nefes olmaya ihtiyaçları vardı.

Kadın adamın kollarının arasında uçurumdan sarkan ama bir yerinden sıkıca bağlanmış kadar güvende hissetti kendisini. Bütün kemiklerine sıcaklar vuruyordu. Bütün bedeni güneşten bir parça düşmüşçesine yanıyordu. Adam, kadını tutup eski hint fakiri yatağa uzattı. Kadının teni yüz yıllık kumaşı ipekten bir çarşafa çevirdi. Bembeyaz teni, soylu ve asil bir İngiliz gibi yatakta yatıyordu. Adam, kadının sırtına sokuldu. Kadının omurgasını göğsüne yasladı. Yüzyılın acısı bir çırpıda döküldü kucaklarına. Ortalık acı gölüne dönmüşken adam ellerini kadının karnına sakladı. Başını kadının ensesi ile omurgası arasına gömdü ve kapattı gözlerini. Kapanan gözler keder ve acıları karanlıkta görüyordu. Kadının yüreği ağlarken bedeni bir damlanın diğer damlaya karışması gibi adama bulaşmıştı. Ve bir kadın adama karıştı, bir adam kadına… Saatler böylece geçip gitmişken adam gözlerini araladı; kadın hala soylu bir şekilde yatağı süslemekteydi. Kırılmaya kıyılmayacak kadar güzel bir dalı andıran ayak bilekleri, dünyadaki en değerli taşı andıran diz kapakları, içinde kuş cıvıltılarını barından omzu ve huzurun en güzelini taşıyan boynu; öylece, sereserpe yatağı süslüyordu. Adam kadını oracıkta bir kez daha sevdi, sonra bir kez daha; sonra, bir kez daha…

Kadın acılarını masanın üzerine bıraktı, kötü anılarını duvara astı, üzüntülerini çöpe attı; kendinde o güne dek olan ne varsa çıkardı. Adam bütün her şeyini askıya astı, hüznünü rafa kaldırdı, kederini kitapların arasına iliştirdi; kendinde o güne dek olan ne varsa yere çaktı. Sonra 15 yıl mı 15 dakika mı bilinmez birbirlerine baktılar. Kadının gözünden 3 damla yaş yere düştü ve betonu ıslattı. Adam kadının elmacık kemiklerine bir öpücük bırakıp elleriyle nemli yüzünü sevdi. Sonra; sonra adam tutup kadını gövdesine çekti. Boynundan büyükçe bir şekilde sarıldı. Adama ve kadına dair hiçbir şey kalmamışken yeni şeyler eklediler bedenlerine. Adama bir parça sevgi, kadına bir kaç parça gözyaşı, adama hasret, kadının canına can eklendi… Ve o sarılmadan bir kitap bir de defter düştü yere. Denilene göre; adam, defteri alıp hikayesini yazdı. Kadın kitabı alıp eski bir yatakta karnına saklayıp, sarılıp milyonlarca yıllık bir uykuya daldı.
Adam şehirlerin birine savruldu sonbahara yenik düşen yapraklar gibi. Hissiz, çaresiz, yalnız ve yorgun bekledi o şehirde kadını, kadının uyuduğundan habersiz! Sonra, çok sonra bir rüzgar esti o şehirde ve adam fısıldadı beşinci bir mevsimi andıran rüzgarın kulağına. Uyandır uykusundan dedi adam; kadını uyandır uykusundan ve hayata, sevgiye, hasrete, kavuşmaya dair ne varsa güzelleşsin. Güzelleşmek ki en güzel kadının boynundan gelen koku, gözlerinden gelen yaşam, saçlarından gelen özgürlük ile mümkün. Sessiz sessiz bağırdı bunları adam rüzgara.

Günlerden birgün kadın milyon yıllık uykusunun belki de en tatlı yerinde iken rüzgar kapıyı çalmadan odaya girdi. Kadının ayak bileklerinden sokuldu önce ve ürküttü onu. Sonra diz kapaklarından sıyrılıp boynuna ulaştı. Ve en son adamın nefesini, nefesinde titreyen sesini kulaklarında çınlattı. Kadın uyandı uykudan. Etrafına baktı. Bir düş bir gerçek karışımı ile adamı koynuna alıp şakaklarından öperek milyon yıllık uykusuna devam etti.

Bir daha ne adamı gören oldu ne de kadını. Kimileri bir damla yağmurda sarılırken görmüş, kimileri menekşe dallarında. Kimileri ise karanfil kırmızısında. Asıl olan ne? Ben bilmiyorum. Kadın da bilmiyor, adam da… Kim biliyordur dersen; bana kalırsa tüm cevapları rüzgar süpürüp götürdü. O’na soralım, ne dersin?

Yorum bırakın