KARANFİL KIRMIZISI

Mum ışığının duvarda bıraktığı gölgen vardı hatırladığım. Bir de tarifi zor gözlerin vardı. Evet, gözlerini tarif etmek bir hayli zordu. Karmaşık bakışların vardı. Bazen korkan, bazen cesur, bazen hayran, bazen de “git” der gibi. En çokta “git” der gibi baktın bana. Gitmemi istiyordun, evet. Çünkü korkuyordun. Ellerimden, gözlerimden, fikirlerimden, sana bakmamdan; hepsinden korkuyordun. Ellerin bir birine dolanıyordu, düşüncelerine hâkim olamıyordun, aklın başından uçup uzaklara gidiyordu. Bu yüzden istemiyordun beni. Aslında istemediğin ben değildi. Bana yenilmekten korkuyordun. Ödün kopuyordu ve bunu düşünmek dahi istemiyordun.
Fakat bazen bir şeylerin önüne geçilmez, bilirsin sen de bunu. Olacaklar hep olur, olmayacaklar hep olmaz. Bazıları kader demiş, bazılar kısmet; ben ise, “hayat” diyorum. Aslında pek sevmiyorum bu “hayat” lafını. Hayat, o kadar çok canımı yaktı ki bugüne kadar. Anlatsam belki kederinden oturur kitaplığındaki bütün kitaplardan o sözcüğü silersin. Anlatsam belki, bundan sonra yaşadığına hayat demezsin. Ne kadar kötü olabilirse o kadar kötüydü her şey ve hiçbir zaman düzelmedi, düzelmeyecek de. Eminim bundan. Bunlardan neden bahsediyorum sana? İnan bir fikrim yok ama içimde bir ses var ve sana bütün olanları  anlatmamı istiyor. Anlatırsam belki ondan sonra yoluna girer her şey. Yoluna girmeyen şeyleri sen hayatımdan çıkarırsın belki de. İlla bir şey yapılması gerekiyorsa sen bir şeyler yaparsın ya da. Öyle karışık bir durum var, neyse.
Yalnız kaldığında insan daha fazla düşünüyor, bunu fark ettim az önce. Bir şeyler yazmak iyi gelir diye kâğıt kalemi elime aldım. Yalnız, nasıl bir etkisi olduysa, o an düşündüğüm her şey aklımdan uçtu gitti. Çölün ortasında tek kalmış bir adam gibi oturdum ben de masada. Sen geldin sonra aklıma –hiç çıkmıyorsun ki zaten.- Ne güzel şey senin aklıma gelişin. Diken eline battıktan sonra gülü koklamak gibi bir şey seni düşünmek, yani en azından benim için böyle. Belki bir başkası için de böyledir durum ama şu an o ilgi alanıma girmiyor benim.
Seni yazmak istedim bu gece. Fakat yazmaktan korktuğum şeyler geldi aklıma. Düşüncesi bile bazen ürpertiyor içimi. Ama yazmalıyım. Hem de hepsini. Ne olduysa, ne hissetiysem yazmalıyım. Kâğıt tenin olsaydı daha kolay olurdu elbette ama maalesef elimizdeki bin seksen iki yılın fakirliği sinmiş saman kâğıt.
O gece oldu ne olduysa. Yani aslında bir başkasına anlatsam bunu ayıplar ve suratıma tükürür belki. Ya da bir başkası hakaret eder ama o gece her ne olduysa güzel oldu. Ellerine çok yakındım, hatırlıyor musun? Hatırlıyorsundur elbette, imkânsız diğer türlüsü. Ellerin. Bir karanlık içindeki göz alıcı ışık gibi. Sana, ellerini anlatmam zor. Her fırsatta beğendiğimi dile getiriyorum, biliyorsun. Keşke bilmek zorunda olduğun her şeyi bilsen. Ya da ben sana anlatsam bilmen gerekenleri. Ama nerde!? İçimde hep bir fukaralık var işte. Anlatamıyorum. Dilim dönüyor aslında bazı şeylere ama sana gelince dil de gönül de duruyor sert bir kayaya toslamış rüzgâr gibi.
O gece belki yanımda oturmasaydın ellerini tutma cesareti göstermezdim. Nasıl tuttum ellerini? Nasıl oldu, bilmiyorum ama derinlerimde, içimde bir ses beni sana itiyor. Ayaklarımı yere sertçe basıyorum, çırpınıyorum sana gitmemek için ama itiliyorum. Karşı koyamıyorum, elimden gelmiyor bir şey. Boşa çıkıyor her hamlem. Biliyorum, hayatım kötü. Hayatım çok kötü. Çekilir dert değil burası, karanlık ve boş ve köhne. İçinde ben kayboldum, seni nasıl, nereye koyacağım?! Bilmiyorum inan. Ama işte dedim ya karşı koyamıyorum. Gidiyorum sana doğru. Sen de bana geliyorsun gibi. Ayaklarımız çocukken aldım-verdim oynar gibi. Bir adım sen, bir adım ben. Bir adım sen, bir adım ben. Böyle devam ediyor ve nerede buluşacağız bilmiyorum. Sadece devam ediyorum.
Sadece tek bir parmağını tutacak cesaret vardı içimde o gece ve yaptım. Bana sorsan dünyalar kadar büyük bir cesaret, sana sorulsa, bir intihar girişimi belki. Adı her neyse, o işte. Tek bir parmağını tuttum o karanlıkta. Sıkı-sıkı tuttum. Sanki bir uçurumda sallanırken sarılınılan bir el gibiydi. Tuttu beni. Kuyunun başındaydım, hâlbuki düşmeme çok az kalmıştı. Evet, senin elini tutmadan önce düşüyordum ben. Ama düştüğümü bilmiyordum. Kuyuya düşüyorum, sırtım karanlığa, yüzüm gökyüzüne dönük. Düşüyorum ama farkında değilim. Sonra bir çocuk dedi bana “düşüyorsun” diye. Öylece fark ettim.
Elini tuttukça yüzsüzleştim. Yüzsüzleştikçe güçlendim. Güçlendikçe cesaretlendim ve diğer parmaklarını da aldım avuçlarımın içine. Sıcacıklardı. Hala ısısı elimde, biliyor musun? Ama şunu fark ettim, birisi bana deseydi bunu, iki arkadaş gibi karşılaşacağımızı söyleseydi yani inanmazdım! İnanmam için bir sebep yok. Biz iki arkadaş olarak karşılaşmamalıydık. Her neyse, sonra konuşalım bunlardan.
Ellerini tuttum, karanlık bitti, nefesim hızlandı ve sen gittin. Hepsi dört ya da beş saat sürmüştü ama bana bir iki dakika gibi gelmişti. Boşlukta sandım tekrar kendimi. Ama mutluluk boşluğu bu defaki. Bilir misin o ne? Çok güzel bir şey. Bu defa kuyuya düşmüyordum. Gökyüzünden yere düşüyordum. Sırtım gökyüzüne, yüzüm uçsuz bucaksız denizlere dönük. İçim içime sığmıyor, taşıyor dünyadaki her hangi bir ırmağa. Sonra ırmak sel oluyor bir denize taşıyor. Deniz dalgalanıyor ve bir okyanusa. Sonra oradaki bir damla gökyüzüne karışıyor ve sen bir gün yolda yürürken elmacık kemiğine düşüyor. Sen de elinle silip, gökyüzüne bakıp gülümsüyorsun. Bilmiyorsun benden bir parça olduğunu o parmaklarını ıslatan tek bir damlanın. Bilsen ne olurdu? Bunu da ben bilmiyorum işte.
Mutluluk boşluğum kısa sürdü. Çünkü birkaç saat sonra sen tekrar geri geldin. Bir fırtına gibi girdin eve ve ne var ne yok alt üst oldu. Kâğıtlar masadan uçtu, cesaretim titredi ve sesim kilitlendi içimdeki derin kapıların ardına. Karşılıklı oturduk seninle. Dizlerimiz bir birine değiyordu. Gözlerimiz sevişiyordu her fırsatta zaten. Sonra ellerim ellerini tekrar yakaladı ama bu defa daha cesur ve daha sıkı. Korkmuyordum artık olacaklardan. Daha sonra dizin dizimin üstüne geldi, ben sana yaklaştım, sen bana yaklaştın, çıkardık üzerimizdeki zincirleri ve daha da yaklaştı gözlerimiz. Kaç saat bakabilirdim gözlerine? Omurgam kaç saat böyle kalabilirdi? Bilmiyorum ama sanki zaman durmuş gibiydi.
Sen yanlış bir öyküde, yanlış bir karakteri oynuyorsun. Ben ise öyküler yazıp sayfalara tecavüz ediyorum hüznümle. İkimiz bu kadar farklıydık ve bir cümlenin sonuna konan noktada buluşmuştuk habersiz. Defalarca görmüştük elbet bir birimizi, defalarca göz göze kalmıştık öncesinde fakat bu defa çok farklıydı. Kalbim göğüs kafesime baskı yapıyordu. Kırmak istiyordu sanki kaburgalarımı. Omurgam ağlıyordu ağrıdan, ciğerlerim nefes almak konusunda istemsizdi. Tek bir güzel sen vardın. Bir de ben vardım sanırım. Güzel miydim? Bilmiyordum. Ama daha sonra ellerin boynuma dolandı ve ardından sırtımı sardı. Güzelleştim birden bir karanfil gibi. Sen karanfile can verdin, ben ise bir karanfilin yanından geçmedim. İkimizde bir karanfil olduk, başka öykülere kahramanken. Ve bundan kimsenin haberi yoktu. Yani dışarıdaki insanlar görmeyecekti sende ki karanfil kırmızısını. Ne güzel değil mi? Sadece benim görebileceğim bir renge boyandın ellerimde. Ellerim demişken; omurgan, tanrım sanki bir coğrafya gibi. Üzerinde dolandı ellerim omurganın. Yeni çizilmiş bir ülke sınırı gibi. Ellerim dolandıkça omurgan doğruldu daha da. Göğsüm, göğsüne sarıldı. Yerinden çıkmak için atmıyormuş meğerse kalbim, sana kavuşmak içinmiş. Yüreğim, yüreğinin yanında yer etti kendine ve sorsan bir hayli memnundu o an.
Sonra boynuna çarptı dudaklarım. Sıcak ve ılık arasındaydı. Sanki içinde bir yerlerde fırınlar var. Öyle sıcak. Sanki içinde bir yerlerde doğmuş ya da doğmayı bekleyen çocuklar var. Öyle güzel kokuyor. Çocuklar gibi temiz ve saf kokuyor boynun. Öpüyorum sonra boynunu. Başım dolanıyor, nefes alamıyorum yine. Duygularım içeride bir birine giriyor. Sonra, sonra ıslanıyor boynun dudaklarımdan. Daha da sıkı sarılıyorum. Kelepçeliyorum seni tam karşıma. Kıpırdayamıyorsun. Gözlerine bakıyorum tekrar, mağlup olmuş bir savaşçı gibi bakıyorsun. Yenilmiştin, evet. Ben de yeniliştim sana. Bu bir savaştı ve ikimizde bir birimizi fetih etmiştik.
Sonra zaman geçti ve gözlerimi açtığımda alt üst olmuştu her şey. Ellerim karnına değiyordu. Utanıyordum ama korkmuyordum. Korku gitmişti bizden uzaklara. Biz olmuştuk. Ellerim avuçlarına sığıyor, taşıyor. Sığıyor, taşıyor. Ben sana sığıyorum ve sonra taşıyorum. Sığıp taşıyorduk o an. Kimyadan pek anlamam ama düzensiz bir sıvı gibiydik ve bir kararımız yoktu. Sonra bir şiir geliyor aklıma; “almak ister misin dilini sokup aklımı?”. Kalıyor bu şiir aklımda ve sen aklımı alırken şiiri de alıyorsun kendi aklına. Sonra ben senden alıyorum. Sonra sen benden.. Devam ediyor bu böyle saatlerce. Ellerinde hayat buluyorum, ellerinde can buluyorum, ellerinde arınıyorum. Günahlarım dökülüyor tükürüğün bedenimi ıslatınca. Kutsal oluyoruz sonra. Kutsanıyoruz bir şeye ama bilmiyorum neye! Ve sonra ben, kasıklarında sonsuz bir uykuya dalıyorum, uyanmak istemiyorum.
-Ben böyle işte, sen nasılsın?

Yorum bırakın