Son

​-Seni seviyorum, Esra

-Yemin et!

-Bak, vallahi!

Nerden hatırladım aramızda geçen bu konuşmayı bilmiyorum fakat bir takım derin yaralanmalara yer verdi kalbimde. Bir tatil beldesinin ikinci sınıf lokantasında balık ekmek muhabbetlerimizden birinin tam ortasında lafını keserek söylemiştim bunu. Tanrım, daha fazla anlatmaya canım yetmeyecek galiba.
Çok kurak geçiyor günlerim senin yokluğunun hüküm sürdüğü zamanlarda. Çok hadiseli geçiyor esasen yokluğun; tahammül etmesi zor olan insanların arasında yaşarken bir de hasret belası çıka geliyor başıma. 

Belki sorarsın “neden bu satırları yazdın” diye, ayna karşısında çok prova yaptım fakat bir dakika; öncelikle kadeh kaldırmak istiyorum sensiz perişan hale gelmiş çaresizliğime… Kaldırıyorum kadehimi; hasretine olsun bu gece! Daha bir fazla içiyorum sigarayı. O da hasretine olsun. Bu gece her şey hasretine olsun, en derin kimsesizliğimin gizli öznesi!

Neden yazıyorum gerçeğine gelirsek; ben, unutulmaya yüz tutmuş bir coğrafyada kalemini kırmaya karar vermiş bir adamım. Acılarla dolu satırlarımı artık kimsenin görmesini istemiyorum. Zaten halimde pek kalmadı anlatmaya açıkçası. Bu kirli insanlardan, ikiyüzlü alçak insanlardan kaçıyorum. Öylesine iğrenç bir coğrafyada yaşam mücadelesi veriyorum ki, sanki tanrı beni bir savaşçı olarak yaratmış! Neyse, tanrı bir köşede dursun.
Sevgilim, terk etme zamanı geldi artık bu diyarı! Çoktan gelmişti belki de fakat hayat işte, her zaman beklemek için bahaneler çıkarıyor insanın karşısına. Peşinde ömrümü harcadığım hikâyelerimi yerin yedi bin kat dibine gömüp hüznümle beraber sonsuza dek koynunda uyuyacağım. Uyandırma beni, zira artık katlanılabilir bir yer değil dünya. Yalnızca huzur dolu yanın olsun bana, bir de bağımlılık yapan kokun. Senin yüzün suyu hürmetine nefesimi çekmiyorum yeryüzünden. 
Hoşçakal canımın içi, hoşçakal en büyük yalnızlığım; hoşça kal…

Yorum bırakın