ŞİZOFRENİK SANCI

Saçma sapan bir Ankara akşamındayım şimdi. Gençlik parkına geldim yürüyerek. Epey bir uzattım yolu. Bir haftadan fazladır evden dışarı adım atmadım. Mehmet Efendi sağ olsun her sabah ekmeğimi, gazetemi getiriyor. Onlar eksik olmayınca dışarı çıkmam gerekmiyor. Evde kalmak daha iyi geliyor bana. Bir süre sonra kaybedeceğimi bildiğim şeylerin tadını çıkarıyorum. Kokun mesela,  gidecek bir süre sonra, biliyorum. O da senin gibi gidecek, terk edecek beni.  Gidene kadar ciğerlerimin kılcallarına hapsedeyim diyorum. İyi ediyorum değil mi canım? Kokun olmadan yaşamak oldukça güç çünkü. Diğer mektuplarımda da söylemiştim sana.
Evde kaldığım her gün gidişini düşündüm. 22 Şubat, bir akşamüstü gördüm en son seni. Yani bundan tam bir ay önce. O günden sonra sadece bir defa sesini duydum. Bir de istisnasız her gün fotoğrafına baktım. Böyle de mutlu olabiliyorum, dert etme kendine. Hoş etmiyorsundur zaten, benimki de laf işte. Konuşmak için konuşuyorum sanki. Aslında sanki değil. Gerçekten konuşmak için konuşuyorum. Çok özledim sana bir şeyler anlatmayı. Bazen evde yatağa uzanıp, senin yattığın tarafa dönüyorum. Bir şeyler anlatıyorum kendi kendime. Sanki sen varmışçasına. Gözlerimi de kapatıyorum. Sahiden de sen varmış gibi oluyor.  Kaç saat konuşuyorum, bilmiyorum. Sonra uyuya kalıyorum. Alışkanlık haline gelmesinden korkuyorum. Zaten seni özlemek derdiyle belalıyım şu sıralar, bir de bu çıkmasın başıma.
Yolda gelirken eski bir tanıdığı gördüm. Seni sordu. Gitti,  derken sesim kırıldı epey. Ne oldu anlamadım, gözlerim falan da doldu. Öyle tuhaf oldum birden. Meğer ne zormuş bir başkasına senin gittiğini anlatmak. Seni sevdiğimi herkese anlatabilirim. Herkesi buna inandırabilirim ama şu koca evrende gitmeni düzgün cümlelerle ifade edebileceğim tek bir kişi yoktur, eminim.
Bir defter aldım geçenlerde seni yazmak için. Bunu yapmayı çok istiyorum. Eksik kalan bir roman gibisin hayatımda çünkü. Bazı sayfaların eksik kaldı, sonunu getiremedim. Esas oğlan ne yaptı mesela, aşkına kavuştu mu? Esas kız ne yaptı peki? Hala o ilk gün ki gibi güzel mi? Bunları merak ediyorum. İşte o kitabın sonunu yazmak için aldım defteri. Sen, esas kızsın, ilk gün ki gibi güzel. Ben ise, zavallı ben yani; esas oğlan. Sana kavuşmak için savaşlar veriyorum kendimle, dünyayla. Etrafımdaki herkese mütemadiyen seni anlatıyorum. Seni bilsinler istiyorum. Mesela sabah uyandığında küçük kömür karası gözlerinin ne kadar kısık olduğunu anlatıyorum. Ellerini anlatıyorum sonra onlara. Saçlarının renginden bahsediyorum sonra. Gülüşünü anlatıyorum bir de ve ötesine gidemiyorum. Ötesi yok çünkü. Çünkü ellerin, gözlerin, saçların gülüşün bir şairi şiire küstürecek kadar güzeller.
Gençlik parkında en büyük savaşımı veriyorum şimdi. Buraya çok sık gelirdik seninle, hatırlar mısın? İlk buluştuğumuzda şu bankta oturmuştuk mesela. Hatta ben sana bir şey anlatırken düşmüştüm oradan. Şu ağacın altında sana ilk kez kitap okumuştum ve sen dizlerimde uyuya kalmıştın. Bak, bizim her zaman simit aldığımız gençte burada. Her geldiğimde seni soruyor bana. Ben de hasta, evde yatıyor, diye geçiştiriyorum. Çocuk içinden düşünüyordur benim ne kadar sorumsuz olduğumu. Yani anlıyor musun canım; her hangi birinin gözünde rezil, rüsva olmayı bile göze aldım senin için. Ama anlamıyorsun.
Bu savaşı neden veriyorum, bilmiyorum. Ciğerlerim patlayana kadar sigara içtim. Kafam ağrıyana kadar seni düşündüm. Gözlerim kan çanağı oluncaya dek uyumadım, seni bekledim. Ama hala geçmedi. Hala ben ilk gün ki gibi seni seviyorum ve gidişinin ilk günüymüş gibi üzülüyorum.
Zaman geçiyor umarsızca. Ve düşünüyorum; Tanrı bile senin yanında yer alırken ben neden bu savaşı veriyorum? Herkese karşı savaşabilirim aslında, dövüşebilirim birçok kişiyle ama sana karşı hep kaybedenim. Hep yenilenim. Hep gurursuzum. Hep olmayanım ben, oldukça yok olanım. Koca tanrıların kurallarına başkaldıran ben, senin bir çift gülümsemene yerle yeksan olanım.
Bunları bir gün okuyacaksın, eminim bundan. Okuduğun gün ben kasıklarına uzanmış olacağım. Hafif bir rüzgâr esecek pencereden. Tül perdeler havalanacak. Bir elin defteri tutarken, bir elin saçlarımı tarayacak. Boğazından ağzına gelen ve oradan kulaklarıma bir ırmak gibi akan sesin huzur verecek bana. En sevdiğin şarkı çalacak eski radyoda. Ve zaman, sonsuzluğa doğru demir alacak bu limandan.
Sonra ne mi olacak? Sonra, ben senin kasıklarında bir daha gözümü açmamak üzere kalakalacağım. Nefesim bitecek. Bedenim soğuyacak. Etim çürümeye başlayacak ve ayrılacak kemiklerimden. Toprağa karışıp, bir çiçek olacağım. Kırmızı bir gül mesela. Ve sonra sen günlerden bir gün, ben olmayan birinden kırmızı bir gül alacaksın, benim bir parçamın orada olduğunu bilmeyerek. Koklamak için burnuna yaklaştırdığında fırsat bilip ciğerlerine sızacağım. Bir ömür senin içinde, senden bir parça olarak kalacağım. En son sen de toprak olduğunda, yani etin eriyip, çürümeye başlayınca; bir çiçekte beraber tomurcuklanacağız. Bütün hikâye asıl orada başlayacak işte.
Hava iyiden iyiye soğudu, artık eve dönme vakti.
Ankara/1995
Gençlik Parkı

Yorum bırakın