RUH VE SİNİR

Mavi ve beyazın hüküm sürdüğü, bakarken boynumu ağrıtacak kadar yüksek duvarları olan, kokusunun midemi bir kazan gibi kaynattığı Ruh ve Sinir hastalıkları servisinin bilmem kaç numaralı odasındayım şimdi. Uzun zamandır sana yazmıyorum. Yazamıyorum daha doğrusu. Tam 4 ay kağıt ve kalemden uzak tuttular beni. Korktular galiba yazacaklarımdan. Ya da doktor bey uygun görmedi, bilmiyorum. Zaten bu ülkede herkes senin yerine bir şeyler düşünür, uygun görür ya da görmez. Sen sadece kafanı öne eğerek verilen karara saygı(!) duyarsın. Bu hiç değişmedi, değişmeyecek de galiba.

Odamın her yanı alabildiğine beyaza boyalı. Yatağımın kenarından ufak ufak kazıyorum duvarı. Eski rengi maviymiş. Diğer hastaların dediğine göre renkler her yıl değişirmiş bu hastanede. Pardon, Ruh ve Sinir hastalıkları bölümü demem gerekirdi. Hastane dediğimiz zaman kızıyorlar. Çünkü kurumdan bağımsız bir bölümmüş. Hastalıklardan ziyade ruhlarla ilgileniyorlarmış. Beden hastalıkları ve ruh hastalıkları diye ayrılan bir şeymiş tıbbiye. Düşününce aslında çok saçma geliyor bu bana. Beden hastalıkları tamam, onu anlayabilirim. Ancak ruh hastalığı ne demek, hiç anlamam! Bir insanın ruhunu göremeden nasıl ona hasta dersin? Bir ruhun hasta olduğunu iddia etmen için, önce ruhuna dokunmuş olman gerekmez mi? Bahsettiğim fiziksel bir dokunuş değil canım yanlış anlama. Benim senin yüreğine ve ruhuna dokunmam gibi mesela. Fakat buradaki doktorlar bu dediklerimi anlamıyorlar. Hastaymışım onlara göre ve şu an tedavi altındaymışım. Saçmalamam pek gayet normalmiş. –Sesli bir kahkaha patlattım-

Her neyse, burada günlerim kötü geçiyor. Böyle tuhaf şeyler üzerine yoğunlaşıp, düşünüyorum. Düşünmekten başka yapacak bir şeyim de yok aslında. Penceresi olmayan bir odada kalıyorum. Düşünebiliyor musun? Gökyüzü yok, kuş sesleri yok, ağaçlar, çiçekler yok, renkler yok. Hiçbir şey yok hayata, insana ve özgürlüğe dair. Sadece ilaçlar, iğneler, mavi kıyafetli adamlar ve kadınlar ve tabi ki beyaz yakalı doktorlar. Herşeyin aslında varken yok yolduğu bu beyaz odada düşünmekten başka ne yapabilir insan? –hiçbir şey. Uzun zaman sonra bugün ilk defa gökyüzünü gördüm. Ben o soğuk hastane odasına girmeden evvel gökyüzü mavi idi. Şimdi ise gri buldum. Bıraktığın şeylerin aynı kalmaması kötü aslında. Kötü olan şeyler zaten hep benim ömrümde yer eder ya neyse. İlk geldiğim gün doktor: “Neyin var?” diye sordu. Sana yazdığım mektupları masasına bıraktım. Duygu yoğunluğundan kaynaklanan ileri derecede şizofreni teşhisi koydular bana. Ben onlara seninle beraber çay bardağında sigara söndürdüğümüz, kahve fincanının altlığını küllük yaptığımız zamanları anlattım. Onlar tüm bu söylediklerime: “Merak etme evlat, seni kurtaracağız.” diye yanıt verdiler. Çay bardağında sigara söndürmenin nesinden kurtaracaklar bilmiyorum. Bu ne derece bir hastalık olabilir? Bazen hayretle gözlerine bakıyorum bu soruya yanıt bulabilmek için. Bu defa da şizofreni nöbeti teşhisi koyup elimi kolumu bir yatağa kelepçeleyip uyutuyorlar. Gülüyorum şu an bunları yazarken, inan gülüyorum bunlara canım.

Odamda yatağımdan başka bir dolap bir masa ve bir sandalye var. Yatak ne işe yarıyor biliyoruz. Dolap da belli zaten. Peki masa ve sandalye ikilisi? İnan bir fikrim yok canım. Öylece bomboş duruyor. Beni uyuşturmadıkları bazı gecelerde ben işe koşuyorum onları. O hastane odasından çıkıp, bir oda ve mutfaktan bozma salonumuzun olduğu evimize gidiyorum. Seni o masa başında çalışırken buluyorum ve eğilip boynundan ciğerlerimin tamamını dolduracak kadar büyük bir nefes alıyorum. Sonra ellerimi omuzlarına koyup teninden bir parça ateş alıyorum avuçlarımın arasına. Saçların darmadağın, gözlerinin altı uykusuzluktan şiş… Yorgun ve bitkin görünüyorsun. Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme çiziyorsun yorgunluğun verdiği yalancılıkla seni alıp yatağa götürüyorum. Annesinin karnında kordonla hayata tutunan ufak bir cenin gibi kıvrılıyorsun çarşafın üzerinde. Uzanıyorum bende yanına sırtından sarılarak. Sırtın, bir varoluş parçasından daha fazlası ve bugüne dek yazılan bütün şiirleri yalanlar cinsten. Kulağınla çenenin arasından bir nokta seçiyorum kendime öpmek için. Öptükten sonra anlam kazanıyor hayat; güzel, tarifsiz, hasretsiz oluyor her şey….

Bu tür düşleri hemen hemen her gece kuruyorum canım. Uyuşuk olmadığım zamanlarda daha doğrusu. Her düş ayrı bir neşe kaynağı oluyor bana. Çaresiz, sessiz, yalnız kaldığın bir odada başka ne yapılabilir ki zaten? Hiçbir şey. Eğer varsa da senden gayrı yapılacak ben bilmiyorum. Fakat müsterih ol canım. Tedaviye cevap verdiğimi söyledi geçenlerde doktor. Bir tek menekşe kokusunda anlaşamıyoruz. Ben ona menekşe onun gibi kokuyor, diyorum. O, “Menekşe kokusuz bir bitkidir.” diyor. Bunda anlaştığımız an evimize döneceğim. Bu konuda olan ısrarım asla kırılmayacaktır.

Senden bahis açıldı geçenlerde ve doktor adını sordu canım. Öylece kalakaldım. Hatırlayamadım. Hala da yok aklımda adın. Sadece canıma can ettiğim, canım olarak biliyorum adını. Bu oldukça yıprattı beni. Nasıl olur da adını unuturum! Nasıl olur seninle alakalı bir soruya yanıt veremem!? Bu çok kötü bir durum, anlayabilir misin, bilmiyorum. Sahi, adın neydi kadın? Canım derdim sana tamam ama başka? Başka ne derdim? Annen sana nasıl seslenirdi? Canım mı derdi o da? Yoksa senin adın Canım mı? Canım ise eğer tanrı seni canım olasın diye mi yeryüzüne gönderdi yoksa canım olmakla mı cezalandırdı? Yine kafama milyon tane soru saplandı. Oysa ne güzel başlamıştım yazmaya. Hay Allah bir soru domino taşı misali yıktı her şeyi!

Bazen bir şeyleri beceremediğini kabul etmek gerekiyor. Ben sevmeyi beceremedim mesela. Sevilmeyi de becerdiğim pek söylenemez. Senin adını dahi hatırlamıyorken bu tür işlerde başarılı olduğumu söylemem yersiz olur. Ki bu tür şeyler boyumu aşıyormuş; adını hatırlayamadığım, doktorla çaresiz bir şekilde göz göze kaldığım zaman anladım bunu. Kafamın tam orta noktasına yokluğun kadar ağır bir demir parçası düştü sanki. Öyle çaresiz ve umutsuz kanıyor. Yaralarımı saracak bir bandım yoktur benim, sen yokken. Ve ne zaman kanasa, başımın büyük geldiği yastıklara saklandım… Sensiz, soğuk, yapa yalnız, ölümcül…

Başımda beni beyaz odaya götürecek bir hemşire bekliyor canım. Sadece birkaç saatliğine izin verdiler hastane bahçesinde oturmama. Ve biraz rica biraz zorlama ile kağıt kalem aldım. Anlayacağın artık vakit bitiyor. Ben, odama dönmek zorundayım. O bomboş, lanet, manası olmayan beyaz odaya. Ama mutluyum sana bir kaç satır bir şey yazdığım için. Sanırım döndüğümde uyutacaklar beni yine. Aklımda son olarak güzel yüzün kalsın istiyorum ama yavaş yavaş yüzünü unutuyorum sanki. Bir yüz nasıl unutulur deme. Unutuluyor canım. Fotoğraflarını vermediler bana, özel eşyalarımın arasında, emanet denilen bir yerde saklıyorlar. Alabilseydim unutmazdım. Aslında bir yandan da unutmam iyi oluyor gibi. Ya da olmuyor. Karar veremiyorum. Çünkü sen çayın yanında yaktığım ikinci sigara gibisin; yanmasının bir manası yok ama atamıyorum bir türlü.

Hoşçakal

İç Anadolu’da herhangi bir yer/ 1997

Yazarın notu: Bu hikayede bahsi geçen Ruh ve Sinir hastalıkları servisi birkaç yıl evvel insanları deli(!) diye değil de kafa dinlesinler diye yatırdıkları, dağların arasında, herkesin unuttuğu bir kurumdur. Ve sadece bu hikaye gerçeğe yakındır. Hastane bahçesinde gecenin köründe sohbet ederken şizofren tedavisi görmekte olan bir adamın bana mirasıdır…

Yorum bırakın