ŞARAP KADEHLERİ

Soğuk bir bar tuvaletini andıran, esasen beyaz bir hastane odası olan; köhne, loş, havasız bir yerdeyim şimdi canım. İlaçlarımı almadığım için yine berbat bir hafta geçirdim. Biliyorum, burada olsaydın şimdi ağzına gelene saymaya başlardın. Koskoca adamsın yakışıyor mu; amacın ne senin, kendini öldürmek mi istiyorsun; artık bıktım senden; ben de insanım be adam gibi cümlelerini duyar gibiyim ama söylenecek tek sözüm var bu dediklerine; özledim. Evet, seni bu gece her şeyden daha çok özledim. Artık hasret, uzun zamandır yıkanmayan bir kül tablası gibi. Surat ekşittirmeye, mide bulandırmaya, can sıkmaya ve yakmaya başladı.

Birazdan beyaz önlüklü bir hemşire, yanında mavi yakalı iki adamla gelip ellerimi bağlayacak. Tehlikeli hastalar sınıfına terfi ettim evimde. Sahi, söylemeyi unuttum sana; evim belledim artık mezarı andıran derecede soğuk olan bu hastane odasını. Hoş senin olmadığın her yeri evim zannediyorum artık. Ait olamıyorum. Aitlik duygum, sıfırın altı termometreler kadar çirkin ve sevimsiz duruyor ömrümde. Bana ait hiçbir şey yokken bana sahip olan yalnız ilaçlar artık. Günden güne zayıflıyor bedenim. Organlarım hasar görüyormuş aldığım ilaçlardan. Bu da bir acı kaynağı işte. Aldırma ama sen. Geçen mektubumda sana iyileştiğimi söyledim fakat durumlar değişti birkaç ay içinde. Genetiksel bir rahatsızlık filan, dedi doktor ama dinlemedim. Seni düşünüyordum o sırada. Seni düşünürken başka bir şeye yoğunlaşamıyorum. Bu da benim lanetim galiba, emin değilim.

Ağır çekimde oynatılan bir intihar sahnesine benzetiyorum ömrümün bu bölümünü. Çok yüksek bir binanın son katından kahramanımız boşluğa doğru bırakır kendini. O kadar ağırlaştırılmış bir şekilde oynuyor ki sahne ölüm sıkılıp bir sigara dahi yakabilir kahramanımızın başında. Ve sonra bir şeyler oluyor, belki yönetmen sıkılıyor, belki de ölüm, ölecek olanı almak için can atıyor, bilmiyorum ama hızlanıyor film. Kahramanımızın kafatası asfaltın üzerinde eski dönem tablolarını andıran bir hal alıyor. İşte şu an ömrüm, sıkılanın belli olmadığı bölümü oynuyor. Ve ne zaman asfalta kafatasımla bir desen çizeceğim diye bekliyorum.

Koridordan ayak sesleri gelmeye başladı. Bir, iki, üç, dört… Yaklaşıyor git gide. Bu defa daha fazla ses duyuyorum. Bu zayıf bedenime tek bir kişi bile yeter oysa. Ama bilirsin işte doktorlar her şeyi abartmayı severler. Onlar gelmeden evvel bu mektubu dolabıma saklamalıyım. Kağıt kalem çaldığımı anlarlarsa eğer daha fazla kısıtlama getirebilirler. Ya da daha fazla ilaç, emin olamıyorum neler yapabileceklerinden.

Bahsetmeden edemeyeceğim, dünden beridir bir şiir takılmış aklıma; herkesin bir gideni var bir de gönderdiği, demiş şair. Sahi, ben neyim sende canım? Gidenin değilim, onu ikimizde biliyoruz. Peki, gönderdiğin miyim? Nereye gönderdiğinim? Sahi, sen, benim gidenim misin? Kafam yine çok karışık. Seni hatırlamak provakatif bir eylem gibi. Bir şeyleri darmadağın etmeye bahane gibi. İçimde koca koca şarap kadehleri var. Dökülüyor tam yüreğimin ortasına. Kan rengine dönüyor kanayan yaramın üstü. Şarap bir şeyleri örtmeye yarar, demiştin. Belki de haklısın, bilmiyorum canım fakat bana bir cevap ver; dudaklarının izi olan şarap kadehlerini kırmalı mı yoksa sarhoş olana dek içmeli mi? Peki, bu hastane köşesinde ne yapmalı? Bütünüyle beyaz olan çarşafı kan gölü mü yapmalı; yoksa sen varmışçasına sarılıp yatmalı mı?

Yorum bırakın