KALİTELİ KALİTESİZLER

Bu dünyaya ait değildim. Hiçbir zaman da olmayacaktım. Yirmili yaşlarımda henüz emin değildim bu konudan. O zamanlar daha değişik düşünüyordum. Dünyayı gezmek gibi hayallerim vardı. Çok kolay sanıyordum her şeyi. Üniversiteyi bitirir bitirmez yurt dışına çıkardım. Orada zaten hayat kolaydı(!). Kalırdım bir süre. Canım sıkıldı mı başka bir ülkeye giderdim. Oradan da başka bir ülkeye… Ne kadar kolay anlatması değil mi? Çok basit oldu bak. İki cümlede dünyanın yarısını gezdik bile. Biraz daha devam etsek sanırım başladığımız yere geri döneriz evrenin elips olmasından kaynaklı.
Zaman geçti ve ben yirmili yaşlarımın sonuna doğru emin adımla ilerliyordum. Dünyayı gezme fikrini bir süre sonra yolda düşürmüştüm. Ya da bırakmıştım. Bilmiyorum. Şu an hatırlayamadım, çok önceydi çünkü o. Yirmili yaş bana göre ikiye ayrılır. Yirmi beş yaş tam ortasıdır her şeyin. Önce ve sonra vardır. Yirmi yaşından yirmi beş yaşına kadar çocukça hayaller kurarsın. Yaşayamayacağın hayallerin olur. Bir kadını seversin ve “tamam, evleniyoruz biz” gözüyle bakarsın. Sonra hiç biri olmaz tabii. Yirmi beş olursun ve mütemadiyen hüznün hâkim olduğu dönemlerin birinde, çok alakasız bir meydan da belki ya da bir balkonda gelip geçen insanları izlerken “yahu ben ne yapıyorum bu hayatta?” diye bir düşünceye kapılırsın. İşte bana da öyle oldu. Şehrin birinin bir meydanında oturuyordum. Akşamüstüne daha vardı. Hava serindi epey. Üşümüyordum ama. Meydanda bir sürü insan vardı. Kocaman kalabalığa bakıyordum. Herkes bir yere yetişme telaşında idi. O gün düşündüm işte. Ben bu hayatta ne işe yarıyorum? Ne yapıyorum? Hiç bir şey. Ama HİÇ BİR ŞEY. Kocaman bir hiçliğin içinde kaybolmuştum.
Belki bir şeyler yaparım, bir işe yararım diye, yaptıkları işten hiç anlamadığım, daha önce adını bile duymadığım bir firmaya iş başvurusunda bulundum. Başvurum olumlu bulundu ve mülakat için falanca günün falanca saatine gün verdiler bana. Ve günü verirken eklediler, mülakatlara yalnızca takım elbise giyen adaylar alınacakmış. Takım elbisenin ne olduğunu biliyorsun değil mi? Dur bir de ben anlatayım sana: Takım elbise, en kalitesiz adamları bile kaliteli gösteren ve günümüzün hırsızlık, cinayet, canilik gibi bilumum suçlarını koruyan çelik bir yelek. Bundan başka bir şey değil. Yani adamlar kısaca diyor ki, şu elbiseyi alacak paran yoksa biz seninle çalışamayız. Yahu zaten param olsa neden çalışayım? O ayrı bir konu, neyse.
İstedikleri gibi giyindim. Saçıma başıma şekil verdim ve çıktım evden. Her zaman sigara aldığım markete girdim. Adam o güne dek yüzüme bakmazdı ama normalden fazla bir hürmet gösterdi. İşin daha başında gıcık aldım, gitmek istemedim o görüşmeye ama artık çok geçti. Gitmem gerekiyordu. Söz verdiğim insanlar vardı etrafımda.  Görüşmeyi yapacağım binaya kadar geldim. Kapıdaki güvenlik görevlisine durumu anlatan bir konuşma yaptım ve hemen ikinci kata yönlendirdi beni. Orada beni bir sekreter karşıladı. Adımla hitap edip ve sonuna “bey” ekini ekleyip oturmamı rica etti. Artık iş yavaş yavaş saçmalaşıyordu. Çok sıkılmıştım. Üzerimdeki ceket sanki ateştendi ve ben kavruluyordum içinde. Kravatım nefesimi kesiyordu. Dayanılacak gibi değildi ama sabretmek zorundaydım.
Epey bir bekledikten sonra içeri alındım. Duvar yerine camların kullanıldığı bir oda ve içeride dört kişi vardı. Hepsi benim ağzımdan çıkacak lafları olmayan beyinlerine not edecekti. Bir tane açığımı aramaya çalışacak ve bulduğu zaman gözümün yaşına bakmayacaktı. Hepsinin sahte birer insan olduğu giyimlerinden belliydi. Şık kıyafetler, pahalı kokular, limitsiz kredi kartları, özel şoförler… Bunların hepsi onları koruyan birer kalkandı. Onlar olmadan birer hiçler. Onlar olmadan birer zavallılar. O muhteşem egoları kredi kartı limitleri kadar ancak.

Tam bir buçuk saat konuştum ve kendimi anlattım onlara. Yüzlerinde bir tane bile mimik yoktu. Sanki siz bir duvara konuşuyorsunuz ve anlattığınız şeyleri duvar içine çekiyor sünger gibi. Tam olarak böyleydi. Soru- cevap. Soru-cevap. Dayanılmaz bir hal almıştı artık iş. Kravatımı gevşetip önüme baktım. Derin bir nefes aldım ve “Sikerim lan işinizi” diyip çıktım odadan. Bunu söyletecek kadar üzerime gelmişlerdi. Apar topar çıktım binadan. Koşar adımlarla bir ara sokağa girdim. Kravatımı çıkarıp ilk gördüğüm çöp kutusuna attım. Ceketimi elime aldım ve koşmaya başladım. Bu kirlilikten kaçıyordum. Kalitesizlikten, ikiyüzlülükten, şık giyimli adamlardan ve kadınlardan, sahte gülüşlerden ve daha bir sürü şeyden kaçıyordum.
Sahile indim ve derin bir nefes aldım. Gökyüzüne baktım gözlerimi kısarak ve bir sigara yaktım. Sanırım bunun adı özgürlüktü. İşte o gün anladım birçok şeyi. Bu hayata ait olmadığımı, hiçbir işe yaramadığımı ve içten içe ölmek istediğimi o gün anladım. En zoru ölmek fikriydi bu saydıklarımın arasında. Belki intihar edebilirdim. Bunun sonunda ölebilirdim de. Bunlar basit. Zor olan, bir araştırma dosyasının içinde sararmaya yüz tutan kâğıtların arasında ölüyor oluşum ve ölümümü araştıran polis memurunun bundan hiç haberinin olmaması. Keşke bilsem o polis memurunun kim olduğunu ve intihar etmeden gidip ona her şeyi anlatsam. Beni anlar mı bilmem ama en azından ölümümü bir kişi anlamlandırmış olur ve mahkeme tutanaklarında adımdan gayrı hikâyem geçer.
Sonra ne mi oldu? Birkaç gün geçti aradan ve o firmadan bir yetkili aradı beni. İşe alındığımı söyledi. Çok samimi bulmuş beni oradaki çok şık(!) ağabeyler ablalar. Şunu bilir şunu söylerim, bir bok yemişsen eğer asla geri adım atma. “Sikerim, ben gidiyom ya” dedim ve kapattım telefonu.

Yorum bırakın