UYAN

Hiç bir amacımın olmadığı sabahlara uyanıyorum şu sıralar. Hayatımın en kötü dönemiydi ve daha da ne kadar kötü olabilir, diye düşünüyordum. En başından belli olan bir hatalar zinciri yapmıştım. Sonra bu zincir ağırlığa dayanamamıştı ve kopmuştu. Pek tabii normal karşılarsın bu durumu ama ben öyle yapamadım. Sıradan değildi. Bu kopuş çok şeye mal olacaktı hayatımda, emindim.

Amaçsız sabahların birine daha uyanmıştım. Her sabah ayrı bir ölümdü. Ölüm demişken, ağzımda kan tadı vardı bazı sabahlarda ve ölmek fikri çok mantıklı geliyordu. Var olmamış olmak istiyordum. Bir sabah uyansaydınız mesela, sanki ismim hayatınızda hiç olmamış gibi devam etseydiniz rutin işlerinize. Yani bir kayıt defterinden bir silgi aracılığı ile silinmesi gibi bir şey. Güzel olurdu.

Hep düşünüyorum; bu sabahların bir anlamı olmalı, diye. Olmalıydı. Aksi çok saçma çünkü. Bilemiyordum ne olduğunu ama bekliyordum.

Amaçsız uyandığım bu sabahın aslında bir anlamı varmış. Ben ilerleyen saatlerde öğrenecektim bunu. Sessiz adımlarla, kendimi fark ettirmeden balkona çıktım. Güneş, yeni doğmak üzereydi. Henüz kızıllaşmamıştı şafak ve ufuktaki çizgi. Aydınlanmaya biraz daha vakit vardı. Fakat vakit olsa bile ben bu şehirdeki şafağı sevmiyordum. Kırmızı sanki sırıtıyordu bu şehirde. (Daha sonra yanıldığımı anlayacağım.)

Balkonda şafağı beklerken bir sürü şey uğradı aklıma ama hepsi bahar yağmurları gibiydi. Geldi ve gitti. Hepsi öyle oldu. Bir tek ölüm fikri kaldı aklımda. O bir mevsim yağmurundan fazlasıydı benim için. Bir hakikat, bir varoluş biçimiydi belki. Ya da başka bir şey ifade ediyordu, düşünmek istemiyorum şu an onu. Fakat ölüm fikri şehrin üzerine yavaş yavaş doğan güneş gibi aklımda belirmeye başladı. En sonunda kıpkırmızı bir  şekilde aklımın orta yerine doğdu.

Her şeyi kafamda tamamen kabullenmiştim fakat nasıl yapacaktım? Yani nasıl ölecektim ben! Canım tatlıydı biraz. Acı çekmek istemiyordum ama ölmeyi de yaşamak gibi istiyordum. Karar veremedim. Aklım iyice karışmıştı. İkinci ben girdi devreye orada. “Neyden korkuyorsun? Zaten her sabah ölmüyor musun?

-ölüyorum, evet.

O zaman? Hadi sessizce ilaçların olduğu kutuyu al ve bitir şu işi!

Evet, bu  benim aklıma hiç gelmemişti. İlaç. Tabii ya, çok kolay olurdu öyle. Canım yanmayacak hem, diye düşündüm.

Evin içindeki bir karınca gibi sessizce hareket ettim ve kutuyu buldum. Odama geçtim. Renkleri en hoşuma gitmeyen hapları avucuma doldurdum. Koca bir bardak su vardı masamda. Az sonra hepsi midemde olacaktı. Derin bir nefes aldım ve işlem tamam. Hepsini mideme yollamıştım artık.

Şimdi daha iyisin değil mi? Hadi, kapat gözlerini, daha da iyi olacaksın. Sakın kusma tamam mı? Emin ol bunu yapman gerekiyordu. Korkma, ben yanındayım ve senin en derinindeyim. Benden daha fazla düşünemez kimse seni. Ben senim. Sen de bensin.  Gevşe biraz hadi. Kırlarda, bahçelerde düşün kendini. Yemyeşil çimenler var. Bir de ceviz ağaçları. Çok severiz biz ceviz ağaçlarını, bilirsin. Hadi düşün bunları. Şu gelen sesi de duyma…duyma..Sana Diyo……….

Mesut! Sesimi duyuyor musun? Mesut! Mesut! Az daha dayan oğlum. Kurtulacaksın. Hadi oğlum, bırakma kendini. Az kaldı hastaneye!

Babamın sesi ile kendime gelmiştim. Gözümü yarı araladım ve hiç sesimi çıkarmadım. Çok canım acıyor ve bu acı beynimi uyuşturuyordu. Hatırlamaya çalıştım ne olduğunu ama silik silikti her şey: Önce yatağa uzandım. Karanlık oldu, biri ışıkları kapattı sanki. Üşüdüm. İçimdeki ben, benle konuştu. Öl, dedi. Kurtulacaksın, dedi. Dinledim onu. Peki ya babam? Babam ne zaman geldi? Şimdi neredeyiz, ne yapıyoruz biz? Araba mı bu? Ama bizim arabamız yok ki. Hem babam da araba kullanmayı bilmez. Tanrım, neler oluyor? Oyun mu oynuyorsun benimle. Ya da rüya mı görüyorum?

Tanrım?

Tanrımm!

Tanrım….

BİR BAHAR VAKTİ

Hiçbir sikime benzemeyen bir öğlen vaktindeyim şimdi. Manasız, saçma ve oldukça sıkıcı geçiyor günlerim. Bir anlatım bozukluğunun rahatsız eden tadı var hayatımda. Ani tepkiler veriyorum günlerdir çevremdekilere; beklenilenin dışında davranıyorum. Çünkü mevsim bahara döndü artık canım. Güneş geldi şehre. Güneşle beraber gelmesi gerek her şey ve herkes geldi ama sen hala gelmedin. Belki bu bahar gelirsin diye bekliyordum aslında. Ümidim, inancım tamdı gelmen konusunda. Fakat görünen o ki gözlerimi döktüğüm yollar boş kalacaklar.

Kızılay’a geldim az evvel. Bahar günleri evde oturmamak adettenmiş. Bilirsin işte, bahar coşkusu filan. İnan bende o coşkudan eser yok. Sıradan bir gün gibi geliyor bana. Evet, kabul ediyorum, güneşi özlemişim fakat seni daha çok özledim. Güneş ışığının tenimi ısıtması, senin soğuk ellerinin bedenimde dolaşmasından daha güzel değil. Kuşların her sabah neşe içinde ötmesi senin sesin kadar çekici değil. Şu mevsimde olan hiç bir şey senin kadar güzel değil. Kim bilir, belkide benim baharım sen gelince başlayacaktır. Bir gelsen mesela, denesek bunu; iyi olmaz mı canım? Olmaz, diyorsundur içinden. Her neyse, saçmaladım yine.

Şu Kızılay Meydanı çok garip bir yer. Her türlü insan var. Bazen onları izlerken vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Gözlerim bir taraftanda seni arıyor aslında. Sen beni görmezsin de ben seni görürüm belki. Ve şüphesiz görürsem bu mevsim anlamlanır o an gözümde. Tanrılara, yüzünü sadece bir defa daha görmem konusunda yakarıyorum. Senin gidişini, seninle aynı adı taşıyan kutsal bir annenin çocuğuna anlatıyorum. Duyuyor mu beni, bilmiyorum.

Sensizken, kocaman bir çığlık koparıyorum meydanda kimsenin duymayacağı tonda. Kimseler işitmeden seni özlediğimi fısıldıyorum rüzgâra. Belli mi olur, belki sen bir gün evinden çıkıp bir yere yetişmeye çalışırken, evinin hemen önündeki bahçede çiçeğin üzerine konmuş bir kelebek renkleriyle gözlerini alır ve seni çağırır. Sen ona yaklaşırsın. Yaklaşırsın. Yaklaşırsın… Tam dokunmak için uzattığında parmağını ufacık bir rüzgâr senin kulağından içeriye doğru fizik kurallarına aykırı bir şekilde sızar ve “özledim” dediğimi duyarsın. Olur mu öyle şey, deme canım! Olur. Neden olmasın? Bu dünyada aklının almayacağı hiç mi bir şey olmuyor? Dünyanın her hangi bir yerinde, hiç tanımadığın bir insanın tenine temas eden rüzgâr senin yüzüne çarparken buna mı olmayacak diyeceğiz! Diyemeyiz. Dersek, Edward Lorenz’e ihanet etmiş oluruz.

Sana bunları yazmaya başladığımda güzel bir hava vardı fakat yerini bulutlu, basık, boğuk ve karanlık bir havaya bıraktı. Mevsimde benim gibi tuhaf ve anlaşılmaz. Sabahı, öğleni, akşamı; birbirinden farklı. Kestiremiyorsun nasıl başlayacak nasıl bitecek. Bir yandan sen ve ben gibi işte canım. İnceden bir yağmur tutturur mu diye düşünürken başladı bile. Kâğıt ıslanıyor. Bir an evvel gitmem gerek. En az senin kadar değerli bu yazdıklarım. Bir şey olsun istemiyorum. Son olarak şunu demek isterim ki; şehrimde çok delikanlı bir hava var şimdilerde. Bari bu bahar boşa gitmesin, gel derim sevgili.

ANKARA/1996

KARANFİL KIRMIZISI

Mum ışığının duvarda bıraktığı gölgen vardı hatırladığım. Bir de tarifi zor gözlerin vardı. Evet, gözlerini tarif etmek bir hayli zordu. Karmaşık bakışların vardı. Bazen korkan, bazen cesur, bazen hayran, bazen de “git” der gibi. En çokta “git” der gibi baktın bana. Gitmemi istiyordun, evet. Çünkü korkuyordun. Ellerimden, gözlerimden, fikirlerimden, sana bakmamdan; hepsinden korkuyordun. Ellerin bir birine dolanıyordu, düşüncelerine hâkim olamıyordun, aklın başından uçup uzaklara gidiyordu. Bu yüzden istemiyordun beni. Aslında istemediğin ben değildi. Bana yenilmekten korkuyordun. Ödün kopuyordu ve bunu düşünmek dahi istemiyordun.
Fakat bazen bir şeylerin önüne geçilmez, bilirsin sen de bunu. Olacaklar hep olur, olmayacaklar hep olmaz. Bazıları kader demiş, bazılar kısmet; ben ise, “hayat” diyorum. Aslında pek sevmiyorum bu “hayat” lafını. Hayat, o kadar çok canımı yaktı ki bugüne kadar. Anlatsam belki kederinden oturur kitaplığındaki bütün kitaplardan o sözcüğü silersin. Anlatsam belki, bundan sonra yaşadığına hayat demezsin. Ne kadar kötü olabilirse o kadar kötüydü her şey ve hiçbir zaman düzelmedi, düzelmeyecek de. Eminim bundan. Bunlardan neden bahsediyorum sana? İnan bir fikrim yok ama içimde bir ses var ve sana bütün olanları  anlatmamı istiyor. Anlatırsam belki ondan sonra yoluna girer her şey. Yoluna girmeyen şeyleri sen hayatımdan çıkarırsın belki de. İlla bir şey yapılması gerekiyorsa sen bir şeyler yaparsın ya da. Öyle karışık bir durum var, neyse.
Yalnız kaldığında insan daha fazla düşünüyor, bunu fark ettim az önce. Bir şeyler yazmak iyi gelir diye kâğıt kalemi elime aldım. Yalnız, nasıl bir etkisi olduysa, o an düşündüğüm her şey aklımdan uçtu gitti. Çölün ortasında tek kalmış bir adam gibi oturdum ben de masada. Sen geldin sonra aklıma –hiç çıkmıyorsun ki zaten.- Ne güzel şey senin aklıma gelişin. Diken eline battıktan sonra gülü koklamak gibi bir şey seni düşünmek, yani en azından benim için böyle. Belki bir başkası için de böyledir durum ama şu an o ilgi alanıma girmiyor benim.
Seni yazmak istedim bu gece. Fakat yazmaktan korktuğum şeyler geldi aklıma. Düşüncesi bile bazen ürpertiyor içimi. Ama yazmalıyım. Hem de hepsini. Ne olduysa, ne hissetiysem yazmalıyım. Kâğıt tenin olsaydı daha kolay olurdu elbette ama maalesef elimizdeki bin seksen iki yılın fakirliği sinmiş saman kâğıt.
O gece oldu ne olduysa. Yani aslında bir başkasına anlatsam bunu ayıplar ve suratıma tükürür belki. Ya da bir başkası hakaret eder ama o gece her ne olduysa güzel oldu. Ellerine çok yakındım, hatırlıyor musun? Hatırlıyorsundur elbette, imkânsız diğer türlüsü. Ellerin. Bir karanlık içindeki göz alıcı ışık gibi. Sana, ellerini anlatmam zor. Her fırsatta beğendiğimi dile getiriyorum, biliyorsun. Keşke bilmek zorunda olduğun her şeyi bilsen. Ya da ben sana anlatsam bilmen gerekenleri. Ama nerde!? İçimde hep bir fukaralık var işte. Anlatamıyorum. Dilim dönüyor aslında bazı şeylere ama sana gelince dil de gönül de duruyor sert bir kayaya toslamış rüzgâr gibi.
O gece belki yanımda oturmasaydın ellerini tutma cesareti göstermezdim. Nasıl tuttum ellerini? Nasıl oldu, bilmiyorum ama derinlerimde, içimde bir ses beni sana itiyor. Ayaklarımı yere sertçe basıyorum, çırpınıyorum sana gitmemek için ama itiliyorum. Karşı koyamıyorum, elimden gelmiyor bir şey. Boşa çıkıyor her hamlem. Biliyorum, hayatım kötü. Hayatım çok kötü. Çekilir dert değil burası, karanlık ve boş ve köhne. İçinde ben kayboldum, seni nasıl, nereye koyacağım?! Bilmiyorum inan. Ama işte dedim ya karşı koyamıyorum. Gidiyorum sana doğru. Sen de bana geliyorsun gibi. Ayaklarımız çocukken aldım-verdim oynar gibi. Bir adım sen, bir adım ben. Bir adım sen, bir adım ben. Böyle devam ediyor ve nerede buluşacağız bilmiyorum. Sadece devam ediyorum.
Sadece tek bir parmağını tutacak cesaret vardı içimde o gece ve yaptım. Bana sorsan dünyalar kadar büyük bir cesaret, sana sorulsa, bir intihar girişimi belki. Adı her neyse, o işte. Tek bir parmağını tuttum o karanlıkta. Sıkı-sıkı tuttum. Sanki bir uçurumda sallanırken sarılınılan bir el gibiydi. Tuttu beni. Kuyunun başındaydım, hâlbuki düşmeme çok az kalmıştı. Evet, senin elini tutmadan önce düşüyordum ben. Ama düştüğümü bilmiyordum. Kuyuya düşüyorum, sırtım karanlığa, yüzüm gökyüzüne dönük. Düşüyorum ama farkında değilim. Sonra bir çocuk dedi bana “düşüyorsun” diye. Öylece fark ettim.
Elini tuttukça yüzsüzleştim. Yüzsüzleştikçe güçlendim. Güçlendikçe cesaretlendim ve diğer parmaklarını da aldım avuçlarımın içine. Sıcacıklardı. Hala ısısı elimde, biliyor musun? Ama şunu fark ettim, birisi bana deseydi bunu, iki arkadaş gibi karşılaşacağımızı söyleseydi yani inanmazdım! İnanmam için bir sebep yok. Biz iki arkadaş olarak karşılaşmamalıydık. Her neyse, sonra konuşalım bunlardan.
Ellerini tuttum, karanlık bitti, nefesim hızlandı ve sen gittin. Hepsi dört ya da beş saat sürmüştü ama bana bir iki dakika gibi gelmişti. Boşlukta sandım tekrar kendimi. Ama mutluluk boşluğu bu defaki. Bilir misin o ne? Çok güzel bir şey. Bu defa kuyuya düşmüyordum. Gökyüzünden yere düşüyordum. Sırtım gökyüzüne, yüzüm uçsuz bucaksız denizlere dönük. İçim içime sığmıyor, taşıyor dünyadaki her hangi bir ırmağa. Sonra ırmak sel oluyor bir denize taşıyor. Deniz dalgalanıyor ve bir okyanusa. Sonra oradaki bir damla gökyüzüne karışıyor ve sen bir gün yolda yürürken elmacık kemiğine düşüyor. Sen de elinle silip, gökyüzüne bakıp gülümsüyorsun. Bilmiyorsun benden bir parça olduğunu o parmaklarını ıslatan tek bir damlanın. Bilsen ne olurdu? Bunu da ben bilmiyorum işte.
Mutluluk boşluğum kısa sürdü. Çünkü birkaç saat sonra sen tekrar geri geldin. Bir fırtına gibi girdin eve ve ne var ne yok alt üst oldu. Kâğıtlar masadan uçtu, cesaretim titredi ve sesim kilitlendi içimdeki derin kapıların ardına. Karşılıklı oturduk seninle. Dizlerimiz bir birine değiyordu. Gözlerimiz sevişiyordu her fırsatta zaten. Sonra ellerim ellerini tekrar yakaladı ama bu defa daha cesur ve daha sıkı. Korkmuyordum artık olacaklardan. Daha sonra dizin dizimin üstüne geldi, ben sana yaklaştım, sen bana yaklaştın, çıkardık üzerimizdeki zincirleri ve daha da yaklaştı gözlerimiz. Kaç saat bakabilirdim gözlerine? Omurgam kaç saat böyle kalabilirdi? Bilmiyorum ama sanki zaman durmuş gibiydi.
Sen yanlış bir öyküde, yanlış bir karakteri oynuyorsun. Ben ise öyküler yazıp sayfalara tecavüz ediyorum hüznümle. İkimiz bu kadar farklıydık ve bir cümlenin sonuna konan noktada buluşmuştuk habersiz. Defalarca görmüştük elbet bir birimizi, defalarca göz göze kalmıştık öncesinde fakat bu defa çok farklıydı. Kalbim göğüs kafesime baskı yapıyordu. Kırmak istiyordu sanki kaburgalarımı. Omurgam ağlıyordu ağrıdan, ciğerlerim nefes almak konusunda istemsizdi. Tek bir güzel sen vardın. Bir de ben vardım sanırım. Güzel miydim? Bilmiyordum. Ama daha sonra ellerin boynuma dolandı ve ardından sırtımı sardı. Güzelleştim birden bir karanfil gibi. Sen karanfile can verdin, ben ise bir karanfilin yanından geçmedim. İkimizde bir karanfil olduk, başka öykülere kahramanken. Ve bundan kimsenin haberi yoktu. Yani dışarıdaki insanlar görmeyecekti sende ki karanfil kırmızısını. Ne güzel değil mi? Sadece benim görebileceğim bir renge boyandın ellerimde. Ellerim demişken; omurgan, tanrım sanki bir coğrafya gibi. Üzerinde dolandı ellerim omurganın. Yeni çizilmiş bir ülke sınırı gibi. Ellerim dolandıkça omurgan doğruldu daha da. Göğsüm, göğsüne sarıldı. Yerinden çıkmak için atmıyormuş meğerse kalbim, sana kavuşmak içinmiş. Yüreğim, yüreğinin yanında yer etti kendine ve sorsan bir hayli memnundu o an.
Sonra boynuna çarptı dudaklarım. Sıcak ve ılık arasındaydı. Sanki içinde bir yerlerde fırınlar var. Öyle sıcak. Sanki içinde bir yerlerde doğmuş ya da doğmayı bekleyen çocuklar var. Öyle güzel kokuyor. Çocuklar gibi temiz ve saf kokuyor boynun. Öpüyorum sonra boynunu. Başım dolanıyor, nefes alamıyorum yine. Duygularım içeride bir birine giriyor. Sonra, sonra ıslanıyor boynun dudaklarımdan. Daha da sıkı sarılıyorum. Kelepçeliyorum seni tam karşıma. Kıpırdayamıyorsun. Gözlerine bakıyorum tekrar, mağlup olmuş bir savaşçı gibi bakıyorsun. Yenilmiştin, evet. Ben de yeniliştim sana. Bu bir savaştı ve ikimizde bir birimizi fetih etmiştik.
Sonra zaman geçti ve gözlerimi açtığımda alt üst olmuştu her şey. Ellerim karnına değiyordu. Utanıyordum ama korkmuyordum. Korku gitmişti bizden uzaklara. Biz olmuştuk. Ellerim avuçlarına sığıyor, taşıyor. Sığıyor, taşıyor. Ben sana sığıyorum ve sonra taşıyorum. Sığıp taşıyorduk o an. Kimyadan pek anlamam ama düzensiz bir sıvı gibiydik ve bir kararımız yoktu. Sonra bir şiir geliyor aklıma; “almak ister misin dilini sokup aklımı?”. Kalıyor bu şiir aklımda ve sen aklımı alırken şiiri de alıyorsun kendi aklına. Sonra ben senden alıyorum. Sonra sen benden.. Devam ediyor bu böyle saatlerce. Ellerinde hayat buluyorum, ellerinde can buluyorum, ellerinde arınıyorum. Günahlarım dökülüyor tükürüğün bedenimi ıslatınca. Kutsal oluyoruz sonra. Kutsanıyoruz bir şeye ama bilmiyorum neye! Ve sonra ben, kasıklarında sonsuz bir uykuya dalıyorum, uyanmak istemiyorum.
-Ben böyle işte, sen nasılsın?

DELİK DEŞİK BİR HİKÂYE

Ne zaman canım sıkılsa ya da üzülsem her hangi bir şeye evimizin arkasındaki o ağacın gölgesinde oturur, akan ve aktıkça pis bir koku yayan dereyi izlerdim çocukken. Bunu haftada en az dört ya da beş defa yapardım. Şimdi birileri gitse, o ağacın altına baksa, belki de hala oradadır ayak izlerim arkadaş. Büyük bir huzur veriyordu bana adını şimdi hatırlayamadığım o ağaç. Bir insan ağaç gölgesine neden bağlanır? Neden bu denli huzur bulur orada? Hele de bir çocuk. Epey yıllar geçti ben hala cevap alamadım kendime sorduğum bu sorulardan.

Çocukluğuma dair birçok iz var bedenimde ve anılarımı taşıdığım zihnimde. Büyük bölümünü o ağaç oluşturuyor ve alışkanlık olsa gerek hala içim sıkıldığında aklıma direk orası geliyor. Oraya atmak istiyorum kendimi. O küçücük, sıska bedenimin sahip olduğu huzura erişmek istiyorum arkadaş. Bazı şeylere sahip olamıyor insan. Üzüntüler hep var. Kaçışlar hep var. Terk edişler hep var.

Bugün o ağacın olduğu şehirden bir hayli uzağım. Ve şimdi bu bulunduğum yerden mecburiyetler sonucu ayrılmak durumundayım arkadaş. Nefret ediyorum gitmekten. Birinin benden gitmesinden de nefret ediyorum. Gitmesin arkadaş kimse. Kıpırdamasın kimse. Herkes olduğu yerde kalsın. Nasıl bırakacağım burada yaşadığım onca şeyi arkamda? Nasıl sırtımı dönüp gideceğim? Nasıl olacak, söylesene arkadaş!? Zor değil mi sence de? İnsan dostlarını ve anılarını hiç unutmazmış. Bunu öğrendiğimde on iki yaşımdaydım. Şimdi ise daha iyi anlıyorum bunun ne demek olduğunu.

İçinde bulunduğum durumu az çok anlamışsındır arkadaş. Ve ne denli o ağaca ihtiyacım olduğunu da. İşte tam şu an, hemen, olduğum yerden o ağacın gölgesine gitmek istiyorum. Sırtımı dayayıp, o pis kokuyu solumak istiyorum. Topraktan yediğim soğukla kıçımın donmasını istiyorum. Kafamı kaldırdığımda güneş gözümü alsın, ben de onunla inatlaşayım istiyorum. Ağacın çıkabildiğim en yüksek dalına çıkmak istiyorum. Oradan, ufukta görünen denize hiçbir şey düşünmeden bakmak istiyorum. Sabahtan akşama, akşamdan geceye kadar orada kalmak, uyumak istiyorum arkadaş.

Tam şu an, hemen, olduğum yerden oraya gidip, tekrar çocuk olmak istiyorum arkadaş. Ve biliyor musun arkadaş; şu an oraya gitmek için ömrümden dahi vazgeçerim. O kadar sıkıldım, o kadar yoruldum ve o kadar tahammülsüzleştim. O kadar çekilmez, pis, lanet biri oldum. Anneme çocukken baktığım gibi bakamıyorum. Gözlerim yorgun arkadaş. Gözlerim çirkin artık hayatın pisliğinden.

Hadi arkadaş, tut elimden ve götür beni çocukluğuma. O huzuru bana satın al arkadaş. Ama bırakma beni tek başıma orada ve bekle başımda, sabah olana ya da ben uyuyana dek.

Biliyorum, gidemeyeceğiz oraya ve ben boş hayallerle sadece kendimi avutacağım. O ağaç ve çocukluğum bir ütopya gibi şimdilerde. Biliyorum.

Şimdi yola çıkıyorum arkadaş ben. Delik deşik bir hikâye yazmak için çantamı ağzına kadar doldurdum. Birkaç iyi dost ve birkaç iyi nasihat attım cebime. Yolum uzun ve zorlu. Hiç eksikliğini hissettirme bana arkadaş olur mu? Hissedersem eksikliğini eğer ne ağaç avutur artık gönlümü ne de çocuk olma fikri. Sadece sen avutursun arkadaş; sadece sen.

GİTME(K)

Çok kısa bir sözcüğün bir sürü anlam taşıdığı bir saate denk geldi yalnızlığım ve seni hatırladım ben yine – ki seni unuttuğum nadirdir, bilirsin – Sonsuz bir varoluş ve var olma mücadelesinin tam ortasındayım. Apansızın gitmiş olman alt üst etmişken her şeyi bir de seni hatırlamak belası ile kavgalıyım şu sıralar. Ve ben nicedir, yani gidişinden bu yana geçen sürede hep düşündüm; “Gitmek” nedir? Bir insan neden, nasıl, nereye ve niçin gider? Gitmek eylemi ne zaman can bulur bir insanın aklında ve gittiğin zaman; giden mi yanar, bırakıp gittiğin mi yoksa gidilen mi? Bu soruların hiç birinin cevabını bilmiyorum. Tek bildiğim; her neredeysen, şu an orası çok güzel. Çok yaşanılası. Gökyüzü gibi. Deniz gibi. Irmaklar gibi. Bileklerini gıdıklayan sular gibi.

Gitmek eyleminin beden bulmuş haliyim ben, biliyorsun sen de bunu ve sana giderken de demiştim. Bir eylemi harekete geçirdin bedenimde. O eylem hareket ettikten sonra fikre dönüştü ve ben hep gidenler, gitmemiş olanlar, gidecek olanlar üzerine düşünmeye başladım. Sanırım bir görevim var benim bu boş ve anlamsız yeryüzünde. Sadece gidenleri uğurlamak ile ilgileniyorum. Herkesi uğurladıktan sonra, akşam evine bir hevesle dönen, dükkânının kepengini bir kuşun kanat çırpması gibi bir eylem sanarak indiren plastik satıcısı gibi heyecan dolu olacağım. Eminim buna. Sen bazen derdin bana, emin konuşma diye. Ama canım, canımdan ötem, fikirlerimin can bulmuş hali; artık bedenim senin gitmiş olma fikrini kaldırmıyor ve düşüncelerimin buna tahammülü yok. Şaka kaldırmıyor gidişin, bil derim. Bil ki; şu an her kimin yanındaysan yahut birinin yanına doğru yola çıkmışsın eğer onu da terk etme. Lanet ve pis ve işkence dolu bir eylem bu, yapma. Bir daha bunu kimseye yapma. Yaparsan eğer bir tane daha ben yaratmış olursun ve hep derdin, bu dünyada senden bir tane daha olması şaşılacak iş doğrusu, diye. Aklıma geldi bak yine, ne güzel şaşırırdın sen. Kara gözlerin nasıl kocaman açılırdı ve hayretler içinde bakardı ta gözlerimden de öteye. Ağzın nasıl bir hal alırdı. Bu anlarda bazen zamana müdahale etmek isterdim. Mesela dursaydı o an zaman. Ben sana bakakalsaydım yüzyıllar boyu. Yüzyıllarımı almış gibiydi seni sevmek ve ben o yüzyıllık hasretle baksaydım sana. Hatta belki sarılırdım bile. İnan bana canım, sen olsan eğer yerimde, bir anlığına gözlerimden kendine bakıyor olsaydın, sen de böyle düşünürdün.

Bu sana yazdığım kaçıncı mektup, kaçıncı satırlar; inan bilmiyorum. Sürekli ve her halimle sana yazma isteği var içimde. Biliyorum, ölmeyecek hiçbir zaman. Ve şunu da biliyorum ki, yaşamımın sonuna dek senden başkası olmayacak hayatımda. Gülüp geçerdin şimdi burada olsaydın bu sözüme ama inan canım, inan bana öyle.

Bunları gecenin en karanlık saatinde yazdım sana. Tahmin edersin ki, sabaha az kaldı. Güneş doğunca ben kalkıp hazırlanacağım, sokaklara çıkacağım ve önüme ilk gelen postaneye gireceğim. Mektup göndermek istiyorum, diyeceğim.
Adam, tabii diye yanıtlayacak ve benden hiç kimsenin bilmediği, hiç kimsenin bilemeyeceği bir yanıt isteyecek. “Adres bölümü boş beyefendi, adrese ne yazalım?” Bir cümle ancak bu kadar hüzünlü olur değil mi? Anlamazsın ama sen. Nasıl anlarsın biliyor musun? Eğer bir gün ben senden gidersem, yani buna cesaret edersem ve sen soğuk bir Ankara sabahında, aynı soğuklukta bir postane memurundan aynı soruyu alırsan ve ısrarlı gözlerle sana bakıp yanıtlamanı isterse ne demek istediğimi anlarsın. O zaman anlarsın gitmek neymiş ve nasılmış. O zaman anlarsın ben olmak nasılmış ve sensiz yahut bensiz nasıl yaşanırmış. Yaşanabilir miymiş, anlarsın!

Sahi sormayı unuttum, gittiğin yer bu kadar soğuk mu? Eğer soğuksa fena. Sıkı giyin üzerini ve sabahları sıcak bir şeyler içmeyi ihmal etme. Bir de ayakların çabuk üşür, çorapsız gezme yaşadığın yerde. Ve en önemlisi ellerin; ellerini ihmal etme. Hatırlar mısın, ellerin yeni bir yaşamın başlangıcı gibi, derdim. Şüphem yok hala aynı güzelliktedirler.

Çok fazla uzattım yine, biliyorum. Kafanı şişirdim seninde. Kusura bakma. Sana bir şeyler anlatmayı seviyorum, elimde değil. Her neyse, son olarak şunu belirtmek isterim ki; seni hala çok seviyorum ve eminim ki hala sevdiğim kadar güzelsin. Hoşça kal canımdan ötem, hoşça kal…

Soğuk bir Ankara Kışı
1994-Şubat / KIZILAY

SİS

Güneşin doğmasına tam bir saat var. Işıkları yakmadım bu gece. Her yerin karanlık olmasını istedim. Ben bazen karanlığı sise benzetirim. Özellikle yalnızsam o karanlıkta. Ellerimle yarmaya, dağıtmaya çalışırım. Bunu hep yaparım, sen bilmezsin. Sen varken hiç yapmadım korkarsın diye. Ya da sen varken huzurlu hissediyordum kendimi, ondandır belki. Yani bir sebebi vardır işte, fazla uzatmayalım.
Karanlıkta insan en savunmasız halini yaşar. Çıplak gibi hissedersin kendini. Baktığın her yer tek bir renge boyanmıştır: Siyah. Simsiyah her bir yan. Es kaza bir adım atsan belki takılıp düşeceksin. Hani şu serçe parmaklarımızı çarptığımız sehpalar var ya, belki de ona sıkı bir tekme atacaksın. Bilemezsin ne olacağını ve bu yüzden insan korkar hep karanlıktan.
Ama bu gece korkmuyorum karanlıktan. Üstüne üstüne gidiyorum. Onu yenemem belki ama kendimi yenerim. Sahi, insan karanlığı nasıl yener? Işıkla mı? Yani gidip lambayı yaksan onu yenmiş mi olursun? Yoksa yenilmiş mi olursun? Bana kalırsa yenilirsin. Tıpkı düşmanını gördüğünde silahını çeken adam gibi. Silahı olan her zaman yenilir canım, söylemiştim daha önceki konuşmalarımızda bunu.
Ellerimle yarmaya çalışıyorum karanlığı. Belki de sis bu önümdeki, kestiremiyorum. Ama ellerimi hareket ettirdikçe karanlığın tam ortasında bir kadın görüyorum. Sana benziyor. Sana benzemiyor sonra. Saçları sarı. Sonra kırmızı oluyor. Sonra ise siyah oluyor. Siyahın içinde siyahı seçiyorum. Sen olsan şimdi keşke yanımda. Öperdin yanaklarımdan ve sarılırdın bana, uyurdum hemen. Uykusuzluk belası ile yine başım dertte şu sıralar.
Şu sıralar dediğime bakma, sen gittiğinden beri yani. Mütemadiyen bir hüznün içine hapsettin beni, farkında mısın? Farkında olsan ne değişir. Çıkıp gelir misin? Bilsen halimi, çaresizliğimi, acizliğimi gerçekten çıkıp gelir misin? Gelmezsin. Gelemezsin. Gitme, dediğim zaman kızardın. Git, dediğim zaman küserdin. Aklıma geldi bak yine. Bir insan ancak bu kadar güzel olabilir küsünce. Küçük kara gözlerinin boş boş etrafa bakması belki de bir dağın tepesinden güneşin doğuşunu izleyen bir turistin göremeyeceği bir manzara sanki. Bir de ellerin var. Daha önceki mektuplarımda bahsetmiştim ellerine olan hayranlığımdan ve bir kez daha yinelememin bir sakıncası yok sanırım burada. Küstüğün zaman ellerini bacaklarının üzerinde koyacak bir yer bulamaz halde saklardın. İlişmesin gözlerim diye. İlişirse gelip sana ve küskünlüğüne sırnaşırım, bilirdin bunu.
Sözde karanlıktan konu açacaktık. Bak, ellerinde buldum kendimi yine. Vazgeçemedim hala ne senden ne de sana ait olan tek bir parçadan. Canım, inan bu sana yazdığım kaçıncı mektup bilmiyorum. Bilmek istemiyorum. Bıkmıyorum sana yazmaktan. Fakat üzülerek belirtmek isterim ki bu sonuncusu mektuplarımın. Artık yazamayacağım sana. Dur, surat asma hemen. Bir dinle önce beni. Haklı bulacağına şüphem yok.
Hatırlar mısın, sana gençliğimde nasıl intihar ettiğimi anlatmıştım ve sen de bana kızmıştın. Bir daha sakın yapma, demiştin bunu. Hele sen varken asla yapmayacağıma söz vermiştim. Ama sen yoksun artık ve ben sözümü bozdum on beş dakika önce. Özür dilerim, biliyorum kızıyorsun bana ama artık dayanamadım. İnan sen olsan sen de sensizliğe boğun eğerdin ve yenilirdin.
Her sabah kokun olan bir evde uyanmak nasıl bir şey bilemezsin. Her sabah senin yattığın tarafa gülümseyerek uyanmak nasıl bir keder oluşturuyor bende bilemezsin. Her sabah kahvaltıda masaya iki çay bardağı bırakıp daha sonra o ikinci bardağa dalıp kederlenmek ne demektir bilemezsin. Es kaza senin kıyafetlerinin olduğu dolabı açıp kazağınla karşılaştığımda gözümden akan yaşın ne derece ağır ve içimi yakan bir şey olduğunu bilemezsin. Bilemezsin canım. Sen, sensiz nasıl yaşadığımı, yaşamaya çalıştığımı bilemezsin. Bu kocaman evde her gün ne yaptığımı asla bilemezsin.
Biraz sonra kalemi elimden bırakacağım ve bedenimi çürümeye terk edeceğim canım. Kim bulacak bedenimi? Kim sahiplenecek ya da toprakla buluşturacak, bilmiyorum. Tek bir şey istiyorum, ölüm tutanağına sensizlikten hayatımı kaybettiğimi not düşsünler, yeter.

Sana aldığım bir şiir kitabının önüne yazmıştım: Ömür mevsimler gibidir canım. Bazen yaz, bazen bahar, bazen ise kış. Kestiremiyorsun hangi mevsimin öncelikli olduğunu ama sen bana gözlerini açtığın her sabah baharı yaşattın. Evvela ve her şeyden önce teşekkür ederim. 
Hatırladın mı bunu? İşte canım artık mevsim kış ve aylardan Aralık. Aralığın 26’sı oldu. Yani demem o ki; Ölüm tarihim: 26.12.1998

Soğuk bir Ankara kışı yine

KALİTELİ KALİTESİZLER

Bu dünyaya ait değildim. Hiçbir zaman da olmayacaktım. Yirmili yaşlarımda henüz emin değildim bu konudan. O zamanlar daha değişik düşünüyordum. Dünyayı gezmek gibi hayallerim vardı. Çok kolay sanıyordum her şeyi. Üniversiteyi bitirir bitirmez yurt dışına çıkardım. Orada zaten hayat kolaydı(!). Kalırdım bir süre. Canım sıkıldı mı başka bir ülkeye giderdim. Oradan da başka bir ülkeye… Ne kadar kolay anlatması değil mi? Çok basit oldu bak. İki cümlede dünyanın yarısını gezdik bile. Biraz daha devam etsek sanırım başladığımız yere geri döneriz evrenin elips olmasından kaynaklı.
Zaman geçti ve ben yirmili yaşlarımın sonuna doğru emin adımla ilerliyordum. Dünyayı gezme fikrini bir süre sonra yolda düşürmüştüm. Ya da bırakmıştım. Bilmiyorum. Şu an hatırlayamadım, çok önceydi çünkü o. Yirmili yaş bana göre ikiye ayrılır. Yirmi beş yaş tam ortasıdır her şeyin. Önce ve sonra vardır. Yirmi yaşından yirmi beş yaşına kadar çocukça hayaller kurarsın. Yaşayamayacağın hayallerin olur. Bir kadını seversin ve “tamam, evleniyoruz biz” gözüyle bakarsın. Sonra hiç biri olmaz tabii. Yirmi beş olursun ve mütemadiyen hüznün hâkim olduğu dönemlerin birinde, çok alakasız bir meydan da belki ya da bir balkonda gelip geçen insanları izlerken “yahu ben ne yapıyorum bu hayatta?” diye bir düşünceye kapılırsın. İşte bana da öyle oldu. Şehrin birinin bir meydanında oturuyordum. Akşamüstüne daha vardı. Hava serindi epey. Üşümüyordum ama. Meydanda bir sürü insan vardı. Kocaman kalabalığa bakıyordum. Herkes bir yere yetişme telaşında idi. O gün düşündüm işte. Ben bu hayatta ne işe yarıyorum? Ne yapıyorum? Hiç bir şey. Ama HİÇ BİR ŞEY. Kocaman bir hiçliğin içinde kaybolmuştum.
Belki bir şeyler yaparım, bir işe yararım diye, yaptıkları işten hiç anlamadığım, daha önce adını bile duymadığım bir firmaya iş başvurusunda bulundum. Başvurum olumlu bulundu ve mülakat için falanca günün falanca saatine gün verdiler bana. Ve günü verirken eklediler, mülakatlara yalnızca takım elbise giyen adaylar alınacakmış. Takım elbisenin ne olduğunu biliyorsun değil mi? Dur bir de ben anlatayım sana: Takım elbise, en kalitesiz adamları bile kaliteli gösteren ve günümüzün hırsızlık, cinayet, canilik gibi bilumum suçlarını koruyan çelik bir yelek. Bundan başka bir şey değil. Yani adamlar kısaca diyor ki, şu elbiseyi alacak paran yoksa biz seninle çalışamayız. Yahu zaten param olsa neden çalışayım? O ayrı bir konu, neyse.
İstedikleri gibi giyindim. Saçıma başıma şekil verdim ve çıktım evden. Her zaman sigara aldığım markete girdim. Adam o güne dek yüzüme bakmazdı ama normalden fazla bir hürmet gösterdi. İşin daha başında gıcık aldım, gitmek istemedim o görüşmeye ama artık çok geçti. Gitmem gerekiyordu. Söz verdiğim insanlar vardı etrafımda.  Görüşmeyi yapacağım binaya kadar geldim. Kapıdaki güvenlik görevlisine durumu anlatan bir konuşma yaptım ve hemen ikinci kata yönlendirdi beni. Orada beni bir sekreter karşıladı. Adımla hitap edip ve sonuna “bey” ekini ekleyip oturmamı rica etti. Artık iş yavaş yavaş saçmalaşıyordu. Çok sıkılmıştım. Üzerimdeki ceket sanki ateştendi ve ben kavruluyordum içinde. Kravatım nefesimi kesiyordu. Dayanılacak gibi değildi ama sabretmek zorundaydım.
Epey bir bekledikten sonra içeri alındım. Duvar yerine camların kullanıldığı bir oda ve içeride dört kişi vardı. Hepsi benim ağzımdan çıkacak lafları olmayan beyinlerine not edecekti. Bir tane açığımı aramaya çalışacak ve bulduğu zaman gözümün yaşına bakmayacaktı. Hepsinin sahte birer insan olduğu giyimlerinden belliydi. Şık kıyafetler, pahalı kokular, limitsiz kredi kartları, özel şoförler… Bunların hepsi onları koruyan birer kalkandı. Onlar olmadan birer hiçler. Onlar olmadan birer zavallılar. O muhteşem egoları kredi kartı limitleri kadar ancak.

Tam bir buçuk saat konuştum ve kendimi anlattım onlara. Yüzlerinde bir tane bile mimik yoktu. Sanki siz bir duvara konuşuyorsunuz ve anlattığınız şeyleri duvar içine çekiyor sünger gibi. Tam olarak böyleydi. Soru- cevap. Soru-cevap. Dayanılmaz bir hal almıştı artık iş. Kravatımı gevşetip önüme baktım. Derin bir nefes aldım ve “Sikerim lan işinizi” diyip çıktım odadan. Bunu söyletecek kadar üzerime gelmişlerdi. Apar topar çıktım binadan. Koşar adımlarla bir ara sokağa girdim. Kravatımı çıkarıp ilk gördüğüm çöp kutusuna attım. Ceketimi elime aldım ve koşmaya başladım. Bu kirlilikten kaçıyordum. Kalitesizlikten, ikiyüzlülükten, şık giyimli adamlardan ve kadınlardan, sahte gülüşlerden ve daha bir sürü şeyden kaçıyordum.
Sahile indim ve derin bir nefes aldım. Gökyüzüne baktım gözlerimi kısarak ve bir sigara yaktım. Sanırım bunun adı özgürlüktü. İşte o gün anladım birçok şeyi. Bu hayata ait olmadığımı, hiçbir işe yaramadığımı ve içten içe ölmek istediğimi o gün anladım. En zoru ölmek fikriydi bu saydıklarımın arasında. Belki intihar edebilirdim. Bunun sonunda ölebilirdim de. Bunlar basit. Zor olan, bir araştırma dosyasının içinde sararmaya yüz tutan kâğıtların arasında ölüyor oluşum ve ölümümü araştıran polis memurunun bundan hiç haberinin olmaması. Keşke bilsem o polis memurunun kim olduğunu ve intihar etmeden gidip ona her şeyi anlatsam. Beni anlar mı bilmem ama en azından ölümümü bir kişi anlamlandırmış olur ve mahkeme tutanaklarında adımdan gayrı hikâyem geçer.
Sonra ne mi oldu? Birkaç gün geçti aradan ve o firmadan bir yetkili aradı beni. İşe alındığımı söyledi. Çok samimi bulmuş beni oradaki çok şık(!) ağabeyler ablalar. Şunu bilir şunu söylerim, bir bok yemişsen eğer asla geri adım atma. “Sikerim, ben gidiyom ya” dedim ve kapattım telefonu.

ŞİZOFRENİK SANCI

Saçma sapan bir Ankara akşamındayım şimdi. Gençlik parkına geldim yürüyerek. Epey bir uzattım yolu. Bir haftadan fazladır evden dışarı adım atmadım. Mehmet Efendi sağ olsun her sabah ekmeğimi, gazetemi getiriyor. Onlar eksik olmayınca dışarı çıkmam gerekmiyor. Evde kalmak daha iyi geliyor bana. Bir süre sonra kaybedeceğimi bildiğim şeylerin tadını çıkarıyorum. Kokun mesela,  gidecek bir süre sonra, biliyorum. O da senin gibi gidecek, terk edecek beni.  Gidene kadar ciğerlerimin kılcallarına hapsedeyim diyorum. İyi ediyorum değil mi canım? Kokun olmadan yaşamak oldukça güç çünkü. Diğer mektuplarımda da söylemiştim sana.
Evde kaldığım her gün gidişini düşündüm. 22 Şubat, bir akşamüstü gördüm en son seni. Yani bundan tam bir ay önce. O günden sonra sadece bir defa sesini duydum. Bir de istisnasız her gün fotoğrafına baktım. Böyle de mutlu olabiliyorum, dert etme kendine. Hoş etmiyorsundur zaten, benimki de laf işte. Konuşmak için konuşuyorum sanki. Aslında sanki değil. Gerçekten konuşmak için konuşuyorum. Çok özledim sana bir şeyler anlatmayı. Bazen evde yatağa uzanıp, senin yattığın tarafa dönüyorum. Bir şeyler anlatıyorum kendi kendime. Sanki sen varmışçasına. Gözlerimi de kapatıyorum. Sahiden de sen varmış gibi oluyor.  Kaç saat konuşuyorum, bilmiyorum. Sonra uyuya kalıyorum. Alışkanlık haline gelmesinden korkuyorum. Zaten seni özlemek derdiyle belalıyım şu sıralar, bir de bu çıkmasın başıma.
Yolda gelirken eski bir tanıdığı gördüm. Seni sordu. Gitti,  derken sesim kırıldı epey. Ne oldu anlamadım, gözlerim falan da doldu. Öyle tuhaf oldum birden. Meğer ne zormuş bir başkasına senin gittiğini anlatmak. Seni sevdiğimi herkese anlatabilirim. Herkesi buna inandırabilirim ama şu koca evrende gitmeni düzgün cümlelerle ifade edebileceğim tek bir kişi yoktur, eminim.
Bir defter aldım geçenlerde seni yazmak için. Bunu yapmayı çok istiyorum. Eksik kalan bir roman gibisin hayatımda çünkü. Bazı sayfaların eksik kaldı, sonunu getiremedim. Esas oğlan ne yaptı mesela, aşkına kavuştu mu? Esas kız ne yaptı peki? Hala o ilk gün ki gibi güzel mi? Bunları merak ediyorum. İşte o kitabın sonunu yazmak için aldım defteri. Sen, esas kızsın, ilk gün ki gibi güzel. Ben ise, zavallı ben yani; esas oğlan. Sana kavuşmak için savaşlar veriyorum kendimle, dünyayla. Etrafımdaki herkese mütemadiyen seni anlatıyorum. Seni bilsinler istiyorum. Mesela sabah uyandığında küçük kömür karası gözlerinin ne kadar kısık olduğunu anlatıyorum. Ellerini anlatıyorum sonra onlara. Saçlarının renginden bahsediyorum sonra. Gülüşünü anlatıyorum bir de ve ötesine gidemiyorum. Ötesi yok çünkü. Çünkü ellerin, gözlerin, saçların gülüşün bir şairi şiire küstürecek kadar güzeller.
Gençlik parkında en büyük savaşımı veriyorum şimdi. Buraya çok sık gelirdik seninle, hatırlar mısın? İlk buluştuğumuzda şu bankta oturmuştuk mesela. Hatta ben sana bir şey anlatırken düşmüştüm oradan. Şu ağacın altında sana ilk kez kitap okumuştum ve sen dizlerimde uyuya kalmıştın. Bak, bizim her zaman simit aldığımız gençte burada. Her geldiğimde seni soruyor bana. Ben de hasta, evde yatıyor, diye geçiştiriyorum. Çocuk içinden düşünüyordur benim ne kadar sorumsuz olduğumu. Yani anlıyor musun canım; her hangi birinin gözünde rezil, rüsva olmayı bile göze aldım senin için. Ama anlamıyorsun.
Bu savaşı neden veriyorum, bilmiyorum. Ciğerlerim patlayana kadar sigara içtim. Kafam ağrıyana kadar seni düşündüm. Gözlerim kan çanağı oluncaya dek uyumadım, seni bekledim. Ama hala geçmedi. Hala ben ilk gün ki gibi seni seviyorum ve gidişinin ilk günüymüş gibi üzülüyorum.
Zaman geçiyor umarsızca. Ve düşünüyorum; Tanrı bile senin yanında yer alırken ben neden bu savaşı veriyorum? Herkese karşı savaşabilirim aslında, dövüşebilirim birçok kişiyle ama sana karşı hep kaybedenim. Hep yenilenim. Hep gurursuzum. Hep olmayanım ben, oldukça yok olanım. Koca tanrıların kurallarına başkaldıran ben, senin bir çift gülümsemene yerle yeksan olanım.
Bunları bir gün okuyacaksın, eminim bundan. Okuduğun gün ben kasıklarına uzanmış olacağım. Hafif bir rüzgâr esecek pencereden. Tül perdeler havalanacak. Bir elin defteri tutarken, bir elin saçlarımı tarayacak. Boğazından ağzına gelen ve oradan kulaklarıma bir ırmak gibi akan sesin huzur verecek bana. En sevdiğin şarkı çalacak eski radyoda. Ve zaman, sonsuzluğa doğru demir alacak bu limandan.
Sonra ne mi olacak? Sonra, ben senin kasıklarında bir daha gözümü açmamak üzere kalakalacağım. Nefesim bitecek. Bedenim soğuyacak. Etim çürümeye başlayacak ve ayrılacak kemiklerimden. Toprağa karışıp, bir çiçek olacağım. Kırmızı bir gül mesela. Ve sonra sen günlerden bir gün, ben olmayan birinden kırmızı bir gül alacaksın, benim bir parçamın orada olduğunu bilmeyerek. Koklamak için burnuna yaklaştırdığında fırsat bilip ciğerlerine sızacağım. Bir ömür senin içinde, senden bir parça olarak kalacağım. En son sen de toprak olduğunda, yani etin eriyip, çürümeye başlayınca; bir çiçekte beraber tomurcuklanacağız. Bütün hikâye asıl orada başlayacak işte.
Hava iyiden iyiye soğudu, artık eve dönme vakti.
Ankara/1995
Gençlik Parkı

KIYAM

Her kış Ankara’da aynı isyan ve sitem olur. Zenginler, varoşların bacalarından şehrin üzerine bir sis bulutu gibi çöken, ciğerlerini rahatsız eden soba dumanına isyan eder. Varoşlar da zenginlerin arabalarının egzozlarından çıkan dumana sitem… Bu her kış böyle olur.

İşte şimdi, o kış aylarının birinin saçma bir öğleden sonrasındayım. Aslında sabah her şey güzel başlayacaktı. Başlamaması için de bir sebep yoktu.

Gözlerimi açtığımda henüz yeni doğuyordu güneş. Şehrin üzerinde biriken karbonmonoksitin ve bulutların arasından bize ulaşmaya çalışıyordu. Odanın perdeleri kapalıydı ancak manasız bir aralıktan güneş ışığı tam gözümün içine süzülmüştü. Gözlerimi açtım. Karşımda soğuk bir duvar vardı. Soğukluğu mevsimsel olarak hissettim. Gözlerimin altında oluşan yaşa bağlı çatlaklardan içeriye doğru giriyordu soğuk hava dalgası ve inan bu çok can yakan bir durumdur.

Senin yattığın tarafa dönmek istedim fakat hala çok uyuşuktum. Kedi familyasına ait herhangi bir birey gibi bütün kaslarımı gerdim ve omurgamı iyice esnettim. Fark ettim ki artık sabahları bel ağrısı ile uyanıyorum. Bu bir şeylerin artık yolunda olmadığının göstergesiydi aslına bakarsan.

Yavaşça senin yattığın tarafa doğru dönmeye başladım. Önce sırtımın üzerine sonra da sol kolumun üzerine yattım. Fakat gözlerimi ilk açtığımda duvarın bir beden küçük kardeşiyle karşılaştım. Kardeş oldukları için aynı soğukluk onda da mevcuttu. -aslına bakarsan ben galiba bir anlığına senin gitmiş olduğunu unutmuşum-

Duvardan başka bir de gözüme 295 gün önce giderken çıkardığın ve benim o günden beri asla yerinden kıpırdatmadığım pijaman çarptı. Kafamı kendi omzuma doğru eğdim. Ona bakmaya başladım. Bir tekstil ürünü ne kadar can yakar, bilir misin? Sahi, sen ‘canının yanması’ nedir bilir misin? Bilmezsin. Bilmezsin canım, çünkü ben senin canını hiç yakmadım. Hiç gitmeye kalkışmadım. Bunlar boyumdan büyük işlerdi. Ben sadece bağrıştığımız anlarda sana sarılmayı bildim. Bir de, sarılırken dünyadaki hiçbir ipeğin kalitesi ile karşılaştıralamayacak olan saçlarını sevmeyi. Başka bir şey gelmedi elimden. Yani öyle senin gibi cesur olamadım. Delikanlı hamleler yapamadım. Hem sen demez miydin; çok korkak bir adamsın, diye. Belki de haklıydın. Eğer korkak olmasaydım şu an şehir şehir seni arardım ancak ben, evin sokağa bakan penceresinin önünde, senin rengini çok sevdiğin koltuğa sırtımı yaslamış, mütemadiyen seni düşünüp hikayeler ve mektuplar yazıyorum. Evet, ben bir korkağım. Kabul ediyorum. Sana özlemlerim şu sıralar arttı, tahammül edilmez bir boyuta ulaştı artık. Sen öğleden sonraları işten eve gelirdin. Ayaklarını uzatırdın. Yorgundun, her halinden belliydi bu. Gözlerini kapatıp, olduğun yerde uyuyakalırdın. Karışmazdım hiç sana. Uyumanı izlerdim. Tanrım, dünyanın en güzel manzarasıydı sanki; öyle güzel uyurdun.

Aslında demem o ki; bana ağır geliyor artık bu anlar, anılar. 43 koca yıl geçti annemden özgürlük biletimi kaptığım o günden bugüne. Ve bu 43 koca yılın anılarına baktığımda birçoğu seninle ilgili. Yorucu bir şey bu canım, inan. Artık katlanamıyorum bu duygusal acıya. Hem sadece duygusal bir acı olarak kalsa iyi. Bedensel olarak da bir süredir acı çekiyorum. İlaçlar fayda etmiyor. Morfin verdi geçenlerde doktor. Ama gözlerimi kapattığım, senin o karanlığın içinde olduğun her vakit ben acı çekmeye devam ettim. Fazla uzattım lafı. Diyeceğim şu aslında; doktor birkaç tetkik yapmak için hastaneye çağırdı beni. Şüphelendiği şeyler varmış. Davranış ve karakter bozukluğu bunun başında geliyor. Yani bir süre olamayacağım canım. Hastanede kağıt ve kalemim olursa sana yazmaya devam edeceğim. Okumadığını bile bile durumdan haberdar edeceğim seni.

Sabah uyandığında sırtına bir hırka almayı, ayaklarına çorap giymeyi ve elini yüzünü yıkadığın suyun sıcak olmasını ihmal etme. Kahvaltıda bol bol vitamin al. Dışarıya çıkarken sıkı giyin ve o güzel ellerine eldivenler al en kısa zamanda. Biliyorum, bu kış da eldivensiz geziyorsundur fakat unutma, bu kış ben yokum yanında canım. O yüzden dikkat et epey bir. Her neyse, fazla uzattım lafı. Hastanede olduğum her vakit pencereden rüzgara nefesimi bırakacağım, tenine ulaşsın diye. Rüzgar demişken, sigara içerken pencereni ört, açık tutma ki sigarandan çalmasın.

Hoşçakal

1996/Ankara

RUH VE SİNİR

Mavi ve beyazın hüküm sürdüğü, bakarken boynumu ağrıtacak kadar yüksek duvarları olan, kokusunun midemi bir kazan gibi kaynattığı Ruh ve Sinir hastalıkları servisinin bilmem kaç numaralı odasındayım şimdi. Uzun zamandır sana yazmıyorum. Yazamıyorum daha doğrusu. Tam 4 ay kağıt ve kalemden uzak tuttular beni. Korktular galiba yazacaklarımdan. Ya da doktor bey uygun görmedi, bilmiyorum. Zaten bu ülkede herkes senin yerine bir şeyler düşünür, uygun görür ya da görmez. Sen sadece kafanı öne eğerek verilen karara saygı(!) duyarsın. Bu hiç değişmedi, değişmeyecek de galiba.

Odamın her yanı alabildiğine beyaza boyalı. Yatağımın kenarından ufak ufak kazıyorum duvarı. Eski rengi maviymiş. Diğer hastaların dediğine göre renkler her yıl değişirmiş bu hastanede. Pardon, Ruh ve Sinir hastalıkları bölümü demem gerekirdi. Hastane dediğimiz zaman kızıyorlar. Çünkü kurumdan bağımsız bir bölümmüş. Hastalıklardan ziyade ruhlarla ilgileniyorlarmış. Beden hastalıkları ve ruh hastalıkları diye ayrılan bir şeymiş tıbbiye. Düşününce aslında çok saçma geliyor bu bana. Beden hastalıkları tamam, onu anlayabilirim. Ancak ruh hastalığı ne demek, hiç anlamam! Bir insanın ruhunu göremeden nasıl ona hasta dersin? Bir ruhun hasta olduğunu iddia etmen için, önce ruhuna dokunmuş olman gerekmez mi? Bahsettiğim fiziksel bir dokunuş değil canım yanlış anlama. Benim senin yüreğine ve ruhuna dokunmam gibi mesela. Fakat buradaki doktorlar bu dediklerimi anlamıyorlar. Hastaymışım onlara göre ve şu an tedavi altındaymışım. Saçmalamam pek gayet normalmiş. –Sesli bir kahkaha patlattım-

Her neyse, burada günlerim kötü geçiyor. Böyle tuhaf şeyler üzerine yoğunlaşıp, düşünüyorum. Düşünmekten başka yapacak bir şeyim de yok aslında. Penceresi olmayan bir odada kalıyorum. Düşünebiliyor musun? Gökyüzü yok, kuş sesleri yok, ağaçlar, çiçekler yok, renkler yok. Hiçbir şey yok hayata, insana ve özgürlüğe dair. Sadece ilaçlar, iğneler, mavi kıyafetli adamlar ve kadınlar ve tabi ki beyaz yakalı doktorlar. Herşeyin aslında varken yok yolduğu bu beyaz odada düşünmekten başka ne yapabilir insan? –hiçbir şey. Uzun zaman sonra bugün ilk defa gökyüzünü gördüm. Ben o soğuk hastane odasına girmeden evvel gökyüzü mavi idi. Şimdi ise gri buldum. Bıraktığın şeylerin aynı kalmaması kötü aslında. Kötü olan şeyler zaten hep benim ömrümde yer eder ya neyse. İlk geldiğim gün doktor: “Neyin var?” diye sordu. Sana yazdığım mektupları masasına bıraktım. Duygu yoğunluğundan kaynaklanan ileri derecede şizofreni teşhisi koydular bana. Ben onlara seninle beraber çay bardağında sigara söndürdüğümüz, kahve fincanının altlığını küllük yaptığımız zamanları anlattım. Onlar tüm bu söylediklerime: “Merak etme evlat, seni kurtaracağız.” diye yanıt verdiler. Çay bardağında sigara söndürmenin nesinden kurtaracaklar bilmiyorum. Bu ne derece bir hastalık olabilir? Bazen hayretle gözlerine bakıyorum bu soruya yanıt bulabilmek için. Bu defa da şizofreni nöbeti teşhisi koyup elimi kolumu bir yatağa kelepçeleyip uyutuyorlar. Gülüyorum şu an bunları yazarken, inan gülüyorum bunlara canım.

Odamda yatağımdan başka bir dolap bir masa ve bir sandalye var. Yatak ne işe yarıyor biliyoruz. Dolap da belli zaten. Peki masa ve sandalye ikilisi? İnan bir fikrim yok canım. Öylece bomboş duruyor. Beni uyuşturmadıkları bazı gecelerde ben işe koşuyorum onları. O hastane odasından çıkıp, bir oda ve mutfaktan bozma salonumuzun olduğu evimize gidiyorum. Seni o masa başında çalışırken buluyorum ve eğilip boynundan ciğerlerimin tamamını dolduracak kadar büyük bir nefes alıyorum. Sonra ellerimi omuzlarına koyup teninden bir parça ateş alıyorum avuçlarımın arasına. Saçların darmadağın, gözlerinin altı uykusuzluktan şiş… Yorgun ve bitkin görünüyorsun. Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme çiziyorsun yorgunluğun verdiği yalancılıkla seni alıp yatağa götürüyorum. Annesinin karnında kordonla hayata tutunan ufak bir cenin gibi kıvrılıyorsun çarşafın üzerinde. Uzanıyorum bende yanına sırtından sarılarak. Sırtın, bir varoluş parçasından daha fazlası ve bugüne dek yazılan bütün şiirleri yalanlar cinsten. Kulağınla çenenin arasından bir nokta seçiyorum kendime öpmek için. Öptükten sonra anlam kazanıyor hayat; güzel, tarifsiz, hasretsiz oluyor her şey….

Bu tür düşleri hemen hemen her gece kuruyorum canım. Uyuşuk olmadığım zamanlarda daha doğrusu. Her düş ayrı bir neşe kaynağı oluyor bana. Çaresiz, sessiz, yalnız kaldığın bir odada başka ne yapılabilir ki zaten? Hiçbir şey. Eğer varsa da senden gayrı yapılacak ben bilmiyorum. Fakat müsterih ol canım. Tedaviye cevap verdiğimi söyledi geçenlerde doktor. Bir tek menekşe kokusunda anlaşamıyoruz. Ben ona menekşe onun gibi kokuyor, diyorum. O, “Menekşe kokusuz bir bitkidir.” diyor. Bunda anlaştığımız an evimize döneceğim. Bu konuda olan ısrarım asla kırılmayacaktır.

Senden bahis açıldı geçenlerde ve doktor adını sordu canım. Öylece kalakaldım. Hatırlayamadım. Hala da yok aklımda adın. Sadece canıma can ettiğim, canım olarak biliyorum adını. Bu oldukça yıprattı beni. Nasıl olur da adını unuturum! Nasıl olur seninle alakalı bir soruya yanıt veremem!? Bu çok kötü bir durum, anlayabilir misin, bilmiyorum. Sahi, adın neydi kadın? Canım derdim sana tamam ama başka? Başka ne derdim? Annen sana nasıl seslenirdi? Canım mı derdi o da? Yoksa senin adın Canım mı? Canım ise eğer tanrı seni canım olasın diye mi yeryüzüne gönderdi yoksa canım olmakla mı cezalandırdı? Yine kafama milyon tane soru saplandı. Oysa ne güzel başlamıştım yazmaya. Hay Allah bir soru domino taşı misali yıktı her şeyi!

Bazen bir şeyleri beceremediğini kabul etmek gerekiyor. Ben sevmeyi beceremedim mesela. Sevilmeyi de becerdiğim pek söylenemez. Senin adını dahi hatırlamıyorken bu tür işlerde başarılı olduğumu söylemem yersiz olur. Ki bu tür şeyler boyumu aşıyormuş; adını hatırlayamadığım, doktorla çaresiz bir şekilde göz göze kaldığım zaman anladım bunu. Kafamın tam orta noktasına yokluğun kadar ağır bir demir parçası düştü sanki. Öyle çaresiz ve umutsuz kanıyor. Yaralarımı saracak bir bandım yoktur benim, sen yokken. Ve ne zaman kanasa, başımın büyük geldiği yastıklara saklandım… Sensiz, soğuk, yapa yalnız, ölümcül…

Başımda beni beyaz odaya götürecek bir hemşire bekliyor canım. Sadece birkaç saatliğine izin verdiler hastane bahçesinde oturmama. Ve biraz rica biraz zorlama ile kağıt kalem aldım. Anlayacağın artık vakit bitiyor. Ben, odama dönmek zorundayım. O bomboş, lanet, manası olmayan beyaz odaya. Ama mutluyum sana bir kaç satır bir şey yazdığım için. Sanırım döndüğümde uyutacaklar beni yine. Aklımda son olarak güzel yüzün kalsın istiyorum ama yavaş yavaş yüzünü unutuyorum sanki. Bir yüz nasıl unutulur deme. Unutuluyor canım. Fotoğraflarını vermediler bana, özel eşyalarımın arasında, emanet denilen bir yerde saklıyorlar. Alabilseydim unutmazdım. Aslında bir yandan da unutmam iyi oluyor gibi. Ya da olmuyor. Karar veremiyorum. Çünkü sen çayın yanında yaktığım ikinci sigara gibisin; yanmasının bir manası yok ama atamıyorum bir türlü.

Hoşçakal

İç Anadolu’da herhangi bir yer/ 1997

Yazarın notu: Bu hikayede bahsi geçen Ruh ve Sinir hastalıkları servisi birkaç yıl evvel insanları deli(!) diye değil de kafa dinlesinler diye yatırdıkları, dağların arasında, herkesin unuttuğu bir kurumdur. Ve sadece bu hikaye gerçeğe yakındır. Hastane bahçesinde gecenin köründe sohbet ederken şizofren tedavisi görmekte olan bir adamın bana mirasıdır…

Menü